9 Mayıs 2014 Cuma

Rize/Ayder Yaylası


Karadeniz’de doğuya doğru gidildikçe sizi Ordu civarında zaten büyülemiş olan doğa ve yeşillik, Trabzon’dan sonra giderek artıyor. Trabzon’un şehir bölgesini pas geçiyorum, çünkü Trabzon genel görünüm olarak tam masif bir beton bloktur. Sahilden geçerken Karşıyaka mezarlığından geçiyormuşsunuz gibi içiniz kararır. Yeşil alanı %1’e indirilmiş İstanbul ile yarış edemez ama, karmakarışıktır. Şehir planlamacılık hangi esaslara göre yapılmıştır, bilemezsiniz. Bu karışık cadde ve sokaklar örümcek ağı gibi örülmüş ışıklı ışıksız tablelalarla bezenince, tadından yenmez bir şehir manzarası oluşur. Deniz kenarına yakın AVM vardır ama şöyle güzel bir park yoktur. Bir de Karadeniz sahil yolu denen garabet var, unutmayalım. Şehiri ve şehir insanını denizden acımasızca koparan bir yoldur bu. Yahu yolu arkadan dağların içinden geçir ne var? Olmaaz... Deniz kenarında yaşıyorsun ama sahile ulaşmak bir işkence. Zaten en geniş yerinde 60-100 m arasında olan kıta sahanlığını yok ettiği için balık da üreyemez buralarda. Batumdan gelen turist balıklar avlanır. Tabi o da trollerle nasıl avlanıyor duymuşsunuzdur eminim. Buralarda pek balık kalmadı, büyüyemeden avlanıyor ve balık buradan hep kaçıyor. Neredeyse hiç üremiyor. Bu benim gördüğüm içler acınası bir konu ve duyarsızlık hat safhada. Ama bu açgözlülükle mücadele edilmez.
O bakımdan dönelim konumuza...Böyle olduğu için Trabzon içi değil de mesela Sürmene’den sonra yeşillik, güzellik başlıyor diyebiliriz (Görüyorsun değil mi aslında hep güzelden bahsetmek istiyorum). Rize’ye geldiğiniz zaman yeşil katsayısının burada çok daha fazla olduğunu açıkça görüyorsunuz. Tabi ki bu durum şüphesiz bölgenin almış olduğu yağış oranıyla ilgili (Resim 1). Tepelerde gördüğünüz bitki örtüsü de belirgin bir şekilde değişiyor. Ağaçları bir yana, Ordu’da başınızı nereye çevirirseniz mutlaka fındık ocakları görürsünüz. Bu neredeyse Ordu’nun en iç kesimlerinde bile böyledir. Rize’de ise fındığın yerini çay almış sanki (Resim 2). Çay uzaktan bakıldığında yemyeşil bir halı gibi görünüyor ve bu görüntüsünden dolayı tepelerde çok daha yoğun ve kesintisiz bir yeşillik yaz, kış hakim. Bir de olayın tarım yönü var tabi ki. Örneğin, siz Ordu’da çay yetiştirmeyi başarsanız bile kimseye satamazsınız, çünkü almazlarmış. Şehirler kendi aralarında bazı tarım ürünlerini paylaşmışlar. Kimse kimsenin ekmeğine karışmayacak yani...
Ayder yaylasına gidebilmek, normal bir yaylaya gitmekten çok farklı. Trabzon-Ayder yaylası arasındaki mesafe 165 km kadar ve 2.5 saat alıyor. Trabzon’dan çıkıp Artvin istikametine doğru hareketle ilerleyip Çayeli ilçesinde sahil yoluna ayrılıyorsunuz. Sonra da Çamlıhemşin

Resim 1. Rize Zilkale’den çevredeki yamaçlara doğru bir bakış. Buralarda her yer yeşil. Yeterki sen dokunma...


Resim 2. Rize’de yol kenarına kadar inen ve neredeyse asfaltı yutacak çay bahçesi.

ilçesine doğru dönerek Fırtına vadisi boyunca tırmanıyorsunuz. Bu tırmanış 20-25 dakika kadar sürüyor. Yaylaya ulaşım yolu risk faktörü sıfır olan genişçe, iki şerit bir asfalt yol. Diğer gitmiş olduğum yayla yollarıyla kıyaslanınca yoldaki asfaltı créme de la créme diye tarif etmek yerinde olur. Mevsimine göre vadi içinde renk cümbüşü görüyorsunuz (Resim 3,4). 
Resim 3. Ayder yolundaki asfalt ve yol çevresi (Temmuz 2013).
Resim 4. Ayder yaylası yolu, sonbaharda sisli ve yağmurlu bir sonbahar gününde.
 Her zaman güzel. Sağ tarafınızdan dereler, sular akıyor (Resim 5). İyi ki geldim gibi duygular etrafınızı sarıyor. 
Resim 5. Ayder’e çıkarken yol boyunca akan bir çok küçük şelale görebilmek mümkün ve bunların hep çok güzeller.
 Fırtına vadisinde ilerlerken yolun düzgün olması harika bir duygu, çünkü hiçbir stres yaşamadan Ayder yaylasına çıkıyorsunuz. Yolda dilerseniz doğal değil ama çiftlik alabalığı yiyebileceğiniz tesisler mevcut (Resim 6). Bu tesisler yolun hemen kenarında akan derenin yanına kurulmuştur. Alabalık havuzlarındaki su dereden gelen su ile sürekli tazelenir. Bazen bu havuzlara dereden kırmızı benekli alabalıklar girer. Bunlar daha sonra ayrı havuzlara alınır. Balık doğaldır ama suni yem ile beslenir ve arzu ettiğinizde önünüze getirilir. Ayder yolunda, alabalığı tereyağında kiremitte güzel pişirdiklerini söyleyebilirim. Buralarda tavada balık kızartılırken mısır unu kullanılır ve yakışır da. Arzu ederseniz bu şekilde de sipariş edebilirsiniz. Üzerine sütlaç da iyi gider. Sakın balığın üstüne sütlaçla midenizi bozacağınızı düşünmeyin. Büyükşehirliye tavsiye ederim.
Resim 6. Ayder yolundaki alabalık tesislerinden bir tanesi.

        Milli parktan girince bir anda Yosemite milli parkı gibi bir doğa harikasına gireceğinizi sanıyorsunuz, büyük heyecan, nabız artıyor. Veee bir anda karşınıza Ayder’in “Bağdat Caddesi” diyebileceğimiz bir yol çıkıyor. Bu yol normal bir yaylada göremeyeceğiniz kadar bakımlı. Mis gibi tertemiz arnavut kaldırımından. Yamaçlarda yayla evleri görüyorsunuz (Resim 7-10) ve aralarında “dağ evi” görünümünde bir çok butik otel bulunuyor. Bu bölgede yamaçlar dik olduğu için yoldan yukarıdaki evlere yükü taşıyabilmek için halk bazı evlerin arasına kimi zaman bir insanın bile oturabileceği büyüklükte üstü açık sandık şeklinde teleferiğe benzer sistemler kurmuş ve işliyor. Resim 8’de yolun kenarından evlere doğru uzanan kalın kablo üzerinde bunlardan bir tanesi hareket ediyor. Şöyle bir baktığınızda size çok dik gelmeyecek yamaçların çoğunun eğimi en azından 30 derecedir. Böyle olunca yüksüz bile tırmanmak için alışkın olmak gerek. Buradaki halk için bu tip kavramlar yok olmuş, çünkü düz yer neredeyse yok. Biraz önceki resimler benim sonbaharda karın ilk yağdığı bir sisli günde çektiğim fotoğraflar. Bunları da özellikle görmek gerek diye düşünüyorum, çünkü Karadeniz’in tepelerinden aşağıya süzülen sis kimi zaman bir güzelin yüzüne örttüğü ipek örtü gibi zerafet veriyor. Buralara aslında sis yakışıyor dostum, yağmur yakışıyor. Birazdan Temmuz ayındaki ziyaretimde çektiğim fotoğrafları paylaşacağım. İşte o zaman bir de güneşli havada görün buraları. Tabi ki çok güzel.

Resim 7 ve 8. Ayder yamaçlarındaki yayla evleri.

9 ve 10. Yayla evleri ve Ayder yaylasında otellerin olduğu yoldan görülebilen Gelin tülü şelalesi.

Ancak hiçbiriniz sormadınız, neden Bağdat caddesi dedim? (Resim 11) Buna kısaca bir açıklama yapmam gerek. Emniyet kemerinizi bağlayın. Yolun kenarında ve ilerisinde aşağıya dönünce karşılaştığın aşırı sayıdaki otel, atmosferi bir anda yayla olmaktan çıkarıyor. Çambaşı’ndan Keyfalan’a yol boyunca yazımda belirttiğim gibi burada o yayla havasına “geçişi” yaşayamıyorsun. Veya sağladıysan bile bu kısıma geldiğinde duygu çakılması yaşıyorsun. Uçmak istiyorsun, yok dostum, birşey fazla. Fazla olan ne peki?
 
Resim 11. Ayder’in “Bağdat Caddesi”. Sezonda park yeri bulursan şanslısın...
Oraya buraya serpiştirilmiş “bütün eller havaya” tarzı eğlence yerleri yayla kavramına ve etiğine uymuyor. Bu yaylada bütün eller havaya yok aslında. Horon var horon! Hem de istersen doyasıya, tabanların şişene kadar. Karadenizliler burada yayla yollarını tırmanırken iki adım atarlar, durup horon teperler (Resim 12). Bu söylediğim sadece Rize değil, Trabzonda da böyledir. Demek istediğim şey, burayı kendine uydurmayacaksın, sen buraya uyacaksın, eğer burayı tatmak istiyorsan. Uyman gerek. Seni buraya çekmek isteyen yatırımcı da “bütün eller havaya” ile değil, temiz hava, çoktan unuttuğun dinginlik, bozulmamış doğa, ve şehirde bulamayacağı kadar doğal gıdalarla çekecek. Hani Platon demiş ya Ey insan! sen bir zamanlar Tanri idin, ama unuttun. İşte buradaki ambiyans bunu hissettirecek dinginlikte olmalı. Yediklerin oradan ayrılmanı zorlaştıracak kadar doğal ve yöresel olmalı. Menüde hamburger, kebap, hazır inegöl köfte, kola, dürüm döner gibi orasıyla alakası olmayan yiyecekler olmamalı. Herşey yöresel olmalı yahu, Ayder’e gelmişsin. Yediklerini sindirmen için de sana horon teptirecek bir kaç dost ve bir tulumcu olmalı. Doğrusu budur. Yazmasaydın yahu şu yaylayı daha iyi olacaktı diyenleriniz olacak ama öyle demeyin iyice okuyun ve hissedin.
Resim 12. İşte tulumla bazen de kemençeyle horon tepen gençler. Burası Trabzon’daki Sümela manastırının alt bölümü. Yerde kar var ama kanda da fıkır fıkır hamsi dolaşıyor.
Tabi bir de Çamlıhemşin’den Ayder’e esnafın giderek artan “etkisi” yayla havasını bozmaya eşlik ediyor... Karadeniz esnafında, özellikle sahil kesiminde -hiç kimse alınmasın- az çalışıp, çok kazanmak gibi bir amaç var. İnanın anlamak mümkün değil ama gireceğiniz tüm tesislerde yiyeceğiniz tüm ballar, tereyağları, veya kırmızı benekli alabalıklar sanki %100 doğal. Yazık diyorum. Kendileri kaybediyor...
Ayder yaylası’nın kendisi her ne kadar bana bu sebeplerden dolayı gerçek yayla keyfi vermese ve vermeyecek olsa da görmek isteyen tanıdıklarımızı götürmüş olduğum için bugüne kadar dört defa gittiğim bir yayladır. Şimdi diyebilirsiniz ki neden bu kadar tepkili yazdın? Tek sebebi yayla konseptinin başkalaştırılarak “aşırı ticarileştirilmesi” ve yaylada giderek artan kontrolsüz betonlaşmadır derim. Bu betonlaşma şekli yaylanın karizmasını kesinlikle bozuyor ve bu gidişle de sonunu getirecek şey olacak. Tabi bir de HESler.
Sanıyorum bu koşullar gözönünde bulundurulursa aslında Ayder yaylasının bu kadar bilinmesine yol açan kendisinden ziyade çevresindeki yaylalar olsa gerek. Örneğin Pokut, Hazindağ, Zilkale ve Çad sadece 30-40 hadi de 50 dakikalık mesafelerde bulunuyor. Yani burada bir yaylalar kompleksi var. Şöyle bir saat sarsılarak araba veya dolmuşta gitmeyi göze alırsanız, sadece 10 km ötede Kavrun yaylası var ve biraz ötesinde Kaçkarlar başlıyor. Bu satırları okuyup da bana kızanlar olacaktır. En iyisi mi burada bir ara vereyim, size bir anımı kısaca anlatayım da düşüncelerimin oralı bir kişiyle ne kadar örtüştüğünü görün... Ordu Üniversitesi’nde çalışıyorum. Sanıyorum 2013 senesi bahar aylarının başında olsa gerek, yaşlıca bir hanımın tedavisini yapıyorum ve her randevusunda ona eşlik eden bir beyefendi var. Doğu Karadeniz aksanlı konuşuyor. Biliyorum Ordu’dan değil ama, herhalde en fazla Giresun’dan gelmiştir diyorum. O zamanlar ben Ağustos ayında Kaçkarlara çıkmayı planlıyordum (sonradan hava muhalefeti nedeniyle çıkamadık). Hasta ile randevum bittiği sırada yanıma gelen Bora Aşar, benim haberim yok ama beyefendiyi tanırmış. Kaçkar muhabbeti açılınca beyefendi bir anda konuyla ilgilenip bana kendi aksanıyla “hocam yaylaya mi çikacaksun?” diye sordu. Ben de Ayder ve çevresini gezeceğiz dedim. O da yayla dediğin oralarda Kavrun’dan başlar ve Kaçkarlara doğru gider şeklinde bir açıklama yaptı. Ama öyle bir dedi ki Allah kelamı söyler gibiydi. Ayder için de benim şimdi yazdıklarıma benzer şeyler söyledi. Meğerse adam Kavrun’da yaşayan bir fırıncıymış. İsmi Sıtkı Kanber. 2014 Haziran’da Kavrun yaylası’na gittiğimizde bizi misafir edecek. O zaman daha detaylı anlatırım. Yeri gelsin, değil mi? Yani sadece ben değil oranın insanı da Ayder’deki bu sentetik yapıdan rahatsız. Kapitalizmin erişmediği yerlerde gerçekten henüz yozlaşma yok. İyi ki de yok. Aydere giden 10 kişiden 1’i diğer yaylalara gidiyordur. Kavrun’a giden düzgün yol yok zaten. Pokut yaylasına gidelim deseniz, kalacak tesis yok gibi. Onu bırakın, su sıkıntısı var... Çok şükür ki böyle.
Ayder yaylasına tesadüf bu ki hem sisli-yağmurlu havada, hem güneşli, hem de kar yağarken gittim. Ama kar tam yağmış ve tutmuş halini görmedim, çünkü sezonun ilk kar yağışıyla karşılaşmıştım. Onun için burada hangi seyahatimi yazacağımı inanın bilemiyorum ama içiniz ısınsın buralara diye güneşli 2013 Temmuz ayındaki ziyaretimizin fotoğraflarına ağırlık vereyim. Güneşli diyorum ama bir grup olarak gittiğimiz o seyahatimizde konakladığımız butik otelin sahibesi biz gelmeden önce son 21 gündür havanın tamamiyle kapalı ve sisli olduğunu söyledi. Kadıncağız oralı olup bunalmış, gün saymıştı. Ben ise gece yıldız fotoğrafı çekmeyi istiyordum. Ütopik değil mi? Neyse ki yapabildim. Hem de apaçık bir havada... Bu yazıyı sadece Ayder’e ayırmak istiyorum, çevresindeki yaylalara değil. Çünkü Haziran 2014’de Kaçkarlar gezimizde yeniden oradan geçeceğiz ve ben tekrar size Ayder’den ve genişçe de çevresinden bahsedeceğim. Tabi bir mani olmaz da gidebilirsek...
Temmuz 2013‘deki gezimizde 7 kişilik bir grup olarak, iki araba Ayder’e gittik. Amacımız bir gece konaklamaktı. Ben yamaçta bulunan butik otellerden biri olan Liligum’da yer ayırttım. Liligum Hemşinliler tarafından kullanılan bir terimmiş ve sarmaşık filizi, tohumu anlamında olup zaman içinde anlam kayması yaşamış ve şimdilerde bir kişinin sevgilisini severken söyleyebileceği anlamda “boncuğum” anlamını taşıyor. Bu otellerde yer ayırtmak için odanın ücretini peşin vermeniz gerekiyor aklınızda bulunsun. Otel dağ evi tarzında yapılmış, yanlış hatırlamıyorsam betonarme ama iç mekanı ahşap olan bir butik otel (Resim 13). 
Resim 13. Bizim grup hemen solda bulunan otele check-in yapmaya giderken.
Otelin alt katında vadiyi gören bir açık mutfak ve yemek yiyeceğiniz bir alan bulunuyor. Ben burada daha önce de geldiğimde aşağıdaki daha büyük, belki de en büyük dereye sıfır olan otelinde kalmıştım. Şimdi ismini hatırlayamıyorum. Hepsinin aşağı-yukarı konseptleri ve konfor düzeyleri benzerdir. Biz Ayder’e vardığımız sırada saat 17:00 civarındaydı ve hava serindi. Çünkü dediğim gibi günlerdir hava kapalıymış burada. Otelin sahibesi içeride biz geleceğiz diye girişte soba yakmıştı. Akşam yemeği için alabalık yemeğe gittik (Resim 14). 
 
Resim 14. Gittiğimiz alabalık tesisinin önünden akan dere.
Bu arada aşağılardaki otellere kadar inip orada gürül gürül akan dereyi gördük (Resim 15). 
 
Resim 15. Ayder otellerinin alt bölümünen akan dere.
Tam HES yapılmalıktı. Döndüğümüzde hava tamamen açıktı ve ben vadi manzaralı bir gece fotoğrafı çekmek istedim. Burası gece de çok güzel görünüyordu (Resim 16).
Resim 16. Otelin hemen yanından 18 dakikalık bir sürede çektiğim fotoğraf. Gökte gördüğünüz yıldız hareketleridir.
Temmuz ayında olmamıza karşın dışarıda mont ile duruyordum ve soğuğu hissediyordum. Bizim grubu çok bekletmemek için içeri girdim. Çay demlenmişti. Soba çevresinde otel sahipleriyle biraz oturup sohbet ettik, sonra da çok geç olmadan uyuduk. Sabah erken kalktım. Güneş doğalı çok olmamıştı. Fotoğraf makinamı alıp dışarı fırladım (Resim 17). 
Resim 17. Otelin hemen çıkışından yayla manzarası.

Kahvaltıya kadar birkaç yayla fotoğrafı çekeyim dedim. Her taraf kır çiçekleriyle doluydu. Hava parçalı bulutluydu ama dünden biraz çok daha sıcaktı. Gece sabaha karşı sanki kırağı yağmıştı, çünkü bütün çim ve çiçekler ıslaktı. Ben olabildiğince kadraja güzel görüntüler almaya çalışırken, evlerin arasındaki patikalardan orada yaşayanların yürüyüşünü gördüm. Sadece patikaların varlığı onların beklentilerini karşılıyordu. Ayrıca yol diyebileceğimiz bir yapı inşa edilmemişti.
Biraz dışarıda durunca hemen hava açtı. Güneşin sıcaklığı iyice hissediliyordu ve üzerimdeki montu çıkartma ihtiyacı hissetmeye başlamıştım. Saat 6:30-7:00 civarındaydı. Evlerin arasında dolaşıp bol bol fotoğraf çekmeye çalıştım (Resim 18-21). Bu evler arasında altı taş üstü ahşap olan binalar vardı ama tamamen ahşap olan iki katlı evler de mevcuttu. Gerçekten çok şirin bir manzara hakimdi yamaçta (yamacın alt kısmı başka). Bu arada sabah kalvaltısı hazırlanmıştı.



Resim 18-21. Ayder yaylasındaki yayla evlerinden manzaralar.

Telefonla arandım. Gel artık dediler. Otelin sahibesi mükemmel bir kahvaltı hazırlamıştı. Yaptığı mıhlama az mısır unu çok peynir içeren süper bir mıhlamaydı. Ayrıca kendisinin yaptığı reçeller de harikaydı. Gerçekten bize çok güzel bir kahvaltı hazırlamıştı. Biz otelden ayrılıp Zilkale ve çevresine gitmeyi planladığımız için ben hanımefendiden biraz bilgi aldım. Bu arada bizimkiler de mıhlamayı piranha gibi yiyip bitirdiler! Kahvaltı’dan sonra otelden ayrılarak yola koyulduk ve Zilkale’ye gittik. Şimdilik bu yazıyı burada kesiyorum, çünkü devamını oldukça geniş bir şekilde anlatacağım.