Maçka tepelerinden karayoluna
indikten sonra bulunduğumuz yere çok yakın olan Hamsiköy’e gidip sütlaç yemeğe
karar verdik (Resim 84).
Resim 84. Hamsiköy yol ayırımında. |
Gerçekten çok yakındık. Gümüşhane ve Bayburt’a doğru
uzanan yolda sol tarafta hemen ileride Hamsiköy yol ayırımı bulunuyordu. Burası
Zigana geçidinden sonra Erzurum ve Erzincan’dan Karadeniz’e gelen yolcular için
nefis bir duraktır ama sadece kendi aracınız varsa bu şansa sahipsiniz.
Yol ayırımından hemen sonra
karşınıza Hamsiköy’ün 8 km uzakta olduğunu belirten bir tabela çıkıyor. Bu
kıvrılarak vadinin diğer tarafında ilerleyen yol, tamamen yeşillikler içinde ve
oldukça düzgün bir asfalt yol. Birçok insanın bahçelerine mısır ektiklerini ve onların arasında
da fasülye sırıklarının olduğunu görüyorsunuz. Buraları için fasülye ve mısır
olmazsa olmaz iki ürün. Hamsiköy de bir istisna değil bu anlamda. Mısır
genellikle hayvan besini olarak kullanılıyormuş ama mısır ekmeği de yapılmaz
değil. Burada mısırla ilgili bir kısa açıklama yapmak istiyorum, tecrübelerime
dayanarak. Diyelim mısırlar olgunlaştı. Siz de marketten, manavdan mısır alayım
da evde bir Karadeniz mısırı pişireyim diye düşünüyorsunuz. Ben tüm Karadeniz’i
bilmem ama Ordu’da “bulamazsınız”. Hiçbir market veya manav satmaz. Üretici
satar. O da sokakta haşlanmış halde. Bir de patates olayı var Karadeniz’de. Hamsiköy’de
olduğu kadar benim görebildiğim kadarıyla Sinop’tan Rize’ye birçok yerde fırınlanmış
patates oldukça rağbet görüyor. Nasıl mı? Elma dilim kesilmiş, marine edilip,
baharatlı fırınlanmış falan filan değil. Sofistike, zahmetli, aşamalı iş
aramayacaksın. Fırınlanmış patates için diyecek çok bir şeyim yok ama onu hep “sade”
yiyorlar. Evet evet. Bildiğin patatesi alıp fırına atıyor kabuğuyla pişince de kuru
kuru yiyiyor yani. O kadar net işte. Görebildiğim kadarıyla Karadenizliler
patatesi yemeklerinde pek de güzel kullanmıyorlar. Yani en azından benim tarzım değil. Eğer yapılan yemekte birbirini
takip eden aşamalar varsa durum iyice karmaşık bir hal alıyor. Nasıl mı? Örneğin,
balıktan lokum yapma sanatı olan lakerdayı yanlış yaparlar (1. Aşama). Toriğin
poyraz veya karayel yemiş olması önemli değildir, 4 parmak kalınlığında
kesilmez, tuzlaması hangi yöntemle olursa olsun yanlıştır, kanlı suyu çıkar
dökmezler ve lakerda adında acayip birşey elde ederler. Sadece isim benzerliği
vardır. Esasen, lakerda başka bir şeyle karıştırılmadan yenilen bir mezedir. O
zaten kamil bir mezedir, yavaş yavaş içi pişmiştir. Rakı sofrasının
sultanlarından diyebileceğimiz türdendir. Peki Karadenizliler nasıl yiyor bunu?
Şöyle... Önce suda bekletirler, tuzu çıksın diye. Sonra, onların tabiriyle
söylüyorum, tavada çeviriler (2. Aşama). Kimisi yanına “patates” ve domates doğrar
buğulama yapar (3. Aşama), kimisi de pilav koyup (4. Aşama) bulamaç yapar. Yok
daha neler! Eveet... Yanlış okumadınız. Aynen böyle. Tadından yenmez, Alim
Allah. Ordu’da Gürgentepe’de bölgeye has çok güzel kırmızı patates çıkar ama
bir tane düzgün patates yemeği, salatası veya başka bir ürününü göremezsiniz. Sinop’ta
Erfelek şelalerinde fırınlanmış patates satıyorlardı, aynen dediğim gibiydi. 2013
yılı Temmuz ayında Zilkale’ye gittiğimde hemen yanına birkaç “gerçek laz”
tarafından kurulmuş bir küçük tesis görmüştük. Burada pek övdükleri fırınlanmış
patatesi yememizi önerdiler. Ben gayri ihtiyari burada patates mi
yetiştiriyorsunuz? diye sordum. Hayır Erzurum’dan geliyor dediler. Keyfim kaçtı.
Zaten o da aynı şekilde sunuluyordu. Bir turistin yalın kabuklu bir patatesten
keyif alması için o patatesin harika birşey olması lazım veya yanında
birşeylerle sunman gerek. Ama öyle de değildi işte. Zilkale gibi bir yere
turistten başka kimse gelmez. Neden bölgeye ait birşey hazırlayıp satmıyorsun
da Erzurum’dan gelmiş patatesi satıyorsun? Cağ kebabı sat o zaman ?
Yolda ilerlemeye başlayınca karşı
tarafta bıraktığınız Gümüşhane yolunu görüyorsunuz (Resim 85). Bir süre hafiften hafiften uzaklaşıyorsun
o yoldan. Sanki uzak doğu ekspresiyle giderken oluşan his gibi otantik bir his
kaplıyor içini. El sallayasın geliyor uzaklaştığın arabalara neredeyse. Daha
sonra da bulunduğun yol başka bir vadiye doğru sapıyor. Geride, Gümüşhane’ye
giden arabalardaki kişilere omuz üstünden geriye bakarak “orevuar mon Cher, ben
Hamsiköy’e sütlaç yemeğe gidiyorum” diyesin geliyor. Kendine bir güzel kaçamak
yaptığını hissediyorsun.
Resim 85. Yolda ilerlerken vadinin karşı tarafında kalan
Gümüşhane yolu.
|
Derken, ileride sağ tarafınızda yamaçta Hamsiköy
görünmeye başlıyor (Resim 86). Tipik çarpık Karadeniz yapılaşmasının hakim
olduğu ve çevresindeki mükemmel yeşil doku ile entegre olamayan, olamayacak
olan bir yapılaşma. Yine de Trabzon köylerindeki yapılaşmalar Ordu’nun
köylerinkinden kesinlikle daha iyi. Yamaçlardan aşağılara doğru sarkan bulutlar
arasında şirin görünmüyor demek imkansız ama yine de mimari gerçek ortada.
Etimolojik olarak kökenini bilmeyen için adı bile şirin aslında Hamsiköy’ün. Aman
ne güzel Hamsi gibi fıkır fıkır herhalde diyorsun. Ama aslında alakası yok...
Resim 86. Hamsiköy. |
Bir taş köprüden Hamsiköy tarafına geçiyoruz (Resim 87).
Vadinin içinden bir dere akıyor. Buradaki fotoğrafı özellikle çektim. Neden mi?
Bir Karadeniz klasiğini
Resim 87. Geçtiğimiz taş köprü. |
size yine göstermek
için. Dikkat ederseniz, Hamsiköy tarafında dere kenarına yakın mezarlar
bulunuyor. Burası mezarlık değil. Bu sadece orta Karadeniz değil doğu
Karadeniz’de de sık karşılaştığım bir manzara. Yani mezarlıklar var, yok değil
ama gelişigüzel bir şekilde kontrolsüz, bir yere veya bir evin bahçesinin bir
bölümüne aile büyüklerini defnedenlerin sayısı az değil. Bir hayal etmeye
çalışalım. Sabah kalktığınız zaman rahmetli babanızın kabrini bahçede
görüyorsunuz. O kadar mı? Sizin çoçuklar görüyor, varsa torun torba, gelen
geçen, misafirler vs. Bilmem... bana günlük yaşantıda sürekli olmasını tercih
edeceğim bir şey gibi gelmiyor. Herşeyin bir yeri var.
Biraz ilerleyince hemen Hamsiköy’ün ortasında buluyoruz kendimizi. Burada
sütlacıyla meşhur birçok tesis vardır şüphesiz. Biz de hemen gördüğümüz Niyazı
Usta’nın mekanına oturuyoruz ve sütlaç rica ediyoruz (Resim 88 ve 89). Çevremizde şehir planlamacılığının iyi
olduğunu söyleyebileceğim açıkçası hiç bir şey göremiyorum. Çaprazımızda
önündeki masalarda peştamal desenli kumaşların örtüldüğü ve yaş ortalaması 60
üstündeki köyün erkeklerinin buluştukları bir kahvehane ve karşımızda bir
inşaat alanı var. Atmosfer çok sakin, telaş yok.
Resim 88. Grup halinde gelen misafirlere sütlaç servisi... |
Acıkmışız zaten. Aç karnına pek tatlı gitmez ama, oğlan çocuk zihni işte,
napalım gerekirse ekmek banarız diyorum kendime. Geliyor sütlaçlar. Ben tatlı
konusunda çok titiz bir kişi olduğumu ve kolay kolay bir tatlıyı beğenmediğimi,
özellikle sütlü, irmikli tatlıları yemeden iki kez düşünen bir kişi olduğumu
belirtmek isterim. Ayrıca tatlı yemeği de sevmem, aklıma dahi gelmez. Evli olduğum
yıllarda Gaziantepli kayınvalidemin yaptığı sütlaç, daha doğrusu sütlaç-zerde
ondan önce yediğim bütün sütlaçlardan daha lezzetliydi. Zaten yemek yapmada çok
başarılı olan kayınvalidemin sütlacı geleneksel sütlaçlardan farklı olarak sadece
süt ve pirinç içerirdi. Yani şeker içermezdi. Dolayısıyla bembeyaz bir
görüntüye sahipti. Özel bir formülü vardı ve her seferinde aynı şekilde
yapıyordu. Tabi sütlaç şekersiz keyif vermeyeceği için yanına zerde yapılırdı.
Zerde içinde ise su, pirinç, şeker ve kabuğu soyulmuş antep fıstığı vardı. Bu
ikili kombinasyon birbirini mükemmel tamamlıyordu. Tatlı sevmeyen ben bile bunu
çok beğenmiştim ve benim için kesin açık ara 1 numaraydı. Taa ki bugüne kadar.
Tabi klasmanları farklı, hakkını yemek istemem ama Hamsiköy fırın sütlacı
gerçekten inanılmaz başarılı. Süt-pirinç oranı, şeker miktarı ve kıvamı
mükemmel. Soğuk servis yapılıyor. Üç kişi sütlaçları cennetlik gövdeye
indirirken genel bir sessizlik hakim oluyor ve arada tek yaptığımız ne kadar
başarılı olduğunu birbirimize söylememiz.
Resim 90. Niyazi Usta’nın işletmecileri. |
Olay budur diyorsun
dostum ve yediğin sütlaç seni kesmiyor. Gelmişsin zaten o kadar yol. Bir daha
ne zaman buralara geleceksin, değil mi? İçeri girip hemen birer tane daha rica
ediyorsun (Resim 90). Doğru karar...
Tabi Hamsiköy sütlaçını BURADA yiyeceksin, başka yerde anlamı yok ve zaten
o da değil. İnanın, Sümela manastırına giderken yolda yedim, bu değildi. Rize Ayder milli parkının içindeki tesiste ve yol boyunca
birkaç yerde Hamsiköy sütlacı yedim. Güzeldi ama “bu” değildi. Zaten yediğinde
de “bu değildir” diyorsun. İkinci sütlaçlar gelinceye kadar birazcık
Hamsiköy’den bahsedeyim müsadenizle... Burası, Zigana Dağı’nın
kuzey eteğinde Çin ve Hindistan'dan Avrupa'ya giden İpek Yolu'nun kuzey tarafındaki
güzergahı üzerinde Maçka’ya bağlı ve 19 km uzaklıkta bulunan 1300 m rakımlı eski bir konaklama yeri.
Adı arapça hamse’den (5) köken alan Hamseköy, 5 tane Rum
köyünden ibaretmiş. Asıl Rum adını öğrenemedim. 1923’den sonra buralara Türkler
yerleştirilmiş (Karadenizde şimdilerde Suriyelilerin yerleştirilmesini
hatırladım nedense) ve ayrı muhtarlıklar oluşturulmuş. Sonra da adı olmuş
Hamsiköy... Yani Hamse olmuş Hamsi.
Hamsiköy, nefis
ormanları, ırmakları ve tarihi konakları bir yana, özellikle sütlacıyla şöhret yapmış bir yer ve kesinlikle
de haklı bir şöhret. Deniliyor ki Göktürk’lerin Kıpçak boyundan olan Osman
Çavuş’un 1924’de atalarından gelen süt tatlısını yapmasıyla başlamış bu sütlaç
serüveni. Bölgeye ait süt, pirinç ve şeker ile yapılan sütlaçta bir fiske tuz
da bulunurmuş. Tabi meşhur olan sütlaç, “fırın” sütlacı. Ağustos ayında Sütlaç
Festivalleri yapılıyormuş. Bölgede geçim kaynağı hayvancılık ve kısmen buna
bağlı ürünler ile sağlanılıyor. Sadece sütlaç değil, tereyağı, peynir ve ekmeği
de ekonomik değere sahip.
Biz sütlaçlarımızı yerken, Ersan
hemen arkamda kalan bir binayı işaret ederek (Resim 91) bu bölgedeki klasik binalarda
birbirine yakın ve uzun pencereler olur hocam diyor. Tipik Rum mimarisi
diyorum. Tabi o bina hangi imar esasına göre yapıldığı belli olmayan uzun kısa
yanyana binaların arasında duruyor. Dikkat ederseniz bu özelliği eleştiriyorum.
Bazı yerler hakkında ileride yazılar yazdığımda mimari özellikleri eleştirmediğimi
göreceksiniz. Sezarın hakkını sezara demişler... Bu arada Ersan yanımızdan
geçen bir kişiye buralarda nereleri gezebileceğimizi soruyoruz. İsterseniz
Hamsiköy’ün üst kısımlarına çıkın diyorlar. Sütlaçların üzerine mümkün olsa
biraz da paket yaptırabilirdik ama başka yerlere gideceğimiz için vazgeçiyoruz.
Aslında bizimkilere garip gelmese 3. Sütlacı bile yemeyi düşünebilirdim.
Resim 91. Uzun pencereleri olan bina. |
Resim 92. Hamsiköy’ün içinden üst kısımlarına doğru hereket ederken... |
Arabaya atlayıp
Hamsiköy’ün üst bölgelerini dolaşalım diyoruz (Resim 92). Hamsiköy’den çıkar
çıkmaz bir anda tamamen çevrenizde çam ağaçlarıyla kaplı bir yola giriyorsunuz
(Resim 93-95). Bu yol tam da ressam Bob’un çizdiği gibi estetik ağaçlarla kaplı
bir yol. Ağaçların aralarında yemyeşil çimler ve çiçeklerle dolu bir yol.
Karadeniz bir başka yer dostum, mutlaka görülmeli diyorsun. Ama öyle turla
falan değil, mekanik olmayacak. Etrafın çok kalabalık olmayacak. Sana şunu bunu
yap diyen de olmayacak. Kendin yapacaksın seyahatini dilediğin gibi, içinden
geldiğince.
Resim 93. Hamsiköy’den hemen çıktıktan sonra, yukarılara tırmanmadan önce. |
Yol boyunca medeniyet izi
görmüyoruz. Sadece düzgün bir asfalt yol. Biraz yukarı tırmanınca sol
tarafımızda bir tesisin olduğunu görüyoruz. Yol o bölgeye doğru kıvrılıyor ve
biz birazdan tesisin kapısında buluyoruz kendimizi. Bu tesis Kayabaşı
yaylasında gördüğümüze benzer tasarıma sahip ve içinde bungalovlar var.
Ciğerine yayla havası çekmek isteyen için bir gecelik konaklama yeri olur diyorum
kendime. İçinden geçiyoruz ve yol bizi nereye götürürse oraya kadar gidelim
diyoruz. Çok ilerleyemiyoruz. Hemen önümüzde hem yolun hem de yamaçlardaki ağaçların
bittiğini görüyoruz. Artık çıplak tepeler başlıyor. Sanıyorum 1500 m üstünde
bir yerde olmalıyız diye düşünüyorum. Görüntüler tek kelimeyle nefis.
Resim 94. Yukarı tırmanırken karşılaştığımız tesisin küçük bir bölümü. |
Resim 95. Tesisin içinden geçilince yolun bittiği yerdeki manzara... |
Yükseldiğimizden olsa gerek bulutlar artıyor ve
hafif sis yoğunlaşması görüyoruz. Bu seyahatte olmasını istemediğim tek şey
şiddetli yağmur ve yoğun sis. Acaba korktuğum şey başımıza mı geliyor?
Geri
dönelim artık diyoruz. Daha gideceğimiz yerler var. Hamsiköy’ün üst
kısımlarındaki yamaç manzaraları gerçekten harika. Görülmeye değer. Hamsiköy’den çıkıp Maçka’ya doğru yol alıyoruz
(Resim 96). Maçka da Trabzon’un diğer ilçeleri gibi mimari estetikten yoksun.
Karadeniz’deki en çirkin şey kesinlikle binalardır. Bu kadar doğa güzelliğine
bu kadar çirkin bina hiç yakışmıyor. Maçka yol ayırımına yaklaşıyoruz. Biliyorsunuz
Sümela manastırına bu yoldan çıkılıyor.
Resim 96. Maçka’ya doğru giderken. |
Peki
biz şimdi nereye mi gideceğiz? Niyetimiz şöyle… yolun ilerisindeki Pilav dağı
ayırımından sapıp Ersan’ın annesinin köyünden geçmek ve Kofrakol yaylasına
kadar çıkmak. Niyetimiz diyorum, çünkü hava kapamaya başlıyor. Kofrakol yaylası,
Sümela Manastırının kuşbakışı görülebildiği bir yayla olması sebebiyle de ayrı bir özelliği var.
Resim 97.Gideceğimiz yerin yol ayırımı. |
Trabzon içme suyu
arıtma tesisinin hemen karşısında bulunan Pilav dağı tabelasının yanından sağa sapıyoruz
(Resim 97). Burada aynı zamanda Türk İspanyol Dostluk Anıtı diye bir tabela
var. Bir ilgi kuramıyorsunuz hikayeyi bilmeden. Yolun hemen ilerisinde solda
DSİ havuzunu görüyoruz (Resim 98).
Resim 98. DSİ tesisi. Bu büyük suni gölün olduğu bölgede yerleşime izin verilmiyor. |
Yol kenarında durup şöyle bir bakıyoruz. İlerledikçe vadi daralmaya başlıyor. Tam
sapmamız gereken yola girecekken bir yol çalışması olduğunu görüyoruz ve
oradaki çalışanlar ileriden sapılması gerektiğini bize söylüyorlar. Sağ
tarafımızda kalan dik yamaca tırmanmamız gerekiyor. Buranın yolu hem iyi değil
hem de geniş değil. Dönüşler bile oldukça keskin. Kış aylarında çok kaza olurmuş.
Ersan, annesinin bu şekilde bir kış günü yamacın üst kısımlarındaki mahalleden buzlanmış
olan yoldan aşağıya kadar minibüsün içinde yuvarlanarak düştüğünü söyledi.
İnanılır gibi değil ama hiçbir şey olmamış. Allah’ın işi işte. Bazen öyle
oluyor. Hiç unutmam, Ordu’da ikamet ederken bir gün oturduğum apartmanın hemen arkasındaki
binanın 5. katından bir bayanın aşağıdaki bahçeye düştüğünü duydum. Dediler
ki hiç bir şey olmamış! Kalkmış, yürümüş. Bir de o gözle baktım binaya. Bir
yanlışlık olmalı dedim. Aradan birkaç ay geçti. Bizim fakültedeki arkadaşlar
bir balıkçının teknesiyle Perşembe’nin açıklarında istavrit, çinekop avlamaya
gidelim hocam dediler. Neden olmasın dedim. Bizi teknesinde misafir eden
balıkçı yanında tosuncuk oğlunu getirmişti. Hani derler ya “tokmak” gibi, öyle
bir oğlan çocuk. Bana dönüp hocam ben sizin apartmanın arkadaki
binada oturuyorum dedi. Ne güzel demek komşuyuz dedim. Biliyor musunuz dedi
benim hanım geçenlerde 5. kattan düştü birşey olmadı. –Ihhh evet? İşin ilginci,
ha bu benim oğlan var ya? -Eveeet? İşte o da bir sene önce aynı yerden oynarken
düşmüştü, birinci kattaki tenteye takıldı yere yumuşak indi. Şimdi ellerinizden
öper. Maşallah dedim. Hikmetinden sual olmaz...
Resim 99. Yukarı doğru tırmanırken. |
Yukarı doğru çıktıkça dik yamacın
üstüne yapılmış evler ve onların arasında ilerleyen dar ve keskin dönemeçleri
olan bir mahalleye varıyoruz (Resim 99). Biraz yukarıda Ersan’ın anne tarafından dedesinin
evini görecekmişiz (Resim 100).
Resim 100. Yukarı doğru tırmanırken. |
Tepeler sisli görünüyor ama moralimizi bozmaya
niyetimiz yok. Bazen burada sis olduğunda belirli bir yerden sonra kaybolur.
Belki öyle olur diyorum kendime. Ve sonunda geliyoruz mahalleye. Ersan, bu
mahallenin aynı zamanda şair, gazeteci ve tiyatro oyuncusu Sunay Akın’ın
babasının köyü olduğunu söylüyor. Sunay bey babası vefat edince sanıyorum evi
bağışlamış (Resim 101).
Resim 101. Sunay Akın’ın babasının olduğu söylenilen ev. |
O bölgede Rum mimarisinin izlerinin görülebildiği tek
evdi bu. Diğer evler betonarme binalardı (102). Belki gözümden kaçmış bir iki
bina olabilir ama en çarpıcısı kesin Sunay Akın’ın babasına ait olan evdi. Ben
hatta Sunay beyin
Resim 102. Ersan’ın dedesinin evi. |
babasının evinin
fotoğrafını çekmek için Ersan’ın dedesinin yamacın kenarına kurulu ve vadiye
hakim manzaralı evinin bahçesine gittim, ağaç dalları arasından evi çekmeye
çalıştım.
Burada birkaç fotoğraf çektikten
sonra yukarı çıkmaya başlıyoruz. Karşı yamacın tepesi tamamen kapalı ve sisli
görünüyor (Resim 103).
Sanıyorum buraların ne kadar yeşil olduğunu anlatmama
gerek yoktur. Ve biraz daha ilerleyince Karadeniz’de çok az rastladığım bir insan
manzarasıyla karşılaşıyorum. Yok değil ama az. Bahçede çalışan bir erkek (104).
İnsan yine de kendisine bu yaşlı adamcağız neden bahçede iş yapıyor diye
soruyor. Muhtemelen yardımcı olacak kimse yok.
Biraz daha ilerlediğimiz zaman,
yerleşim alanları kalkıyor ve ormanın içinden stabilize yoldan yukarı
tırmanmaya başlıyoruz (Resim 105). Stabilize yol ama öyle tırmanılmayacak
türden değil. Çevremizde en azından 40-50 senelik çam ağaçları var ve orman
tıkabasa ağaç dolu. Ormanın kendi kendini nasıl beslediği de ayrı bir konu.
Buradaki çam ağaçlarının alt dalları diplerine düşerek çürüyor ve gübre oluyor.
Tabi kozalaklar da yeni çamların çıkmasına. Ormanda ilerlerken yol kenarında
farklı renklere açmış birçok çiçek görüyoruz. Bir de hava kapalı olmasaydı
diyorum.
Resim 105. Ormanın içine girerken. |
Yukarı doğru tırmandıkça sis
artıyor. Artık görüş mesafesi en iyi yerde 10 m diyebileceğim bir düzeyde. Ben
bundan çok daha sisli ve kötü yollarda tırmandım yayla yollarında. Hatta bir
kez Çambaşı yaylası’na çıkarken aşırı yoğun sisten görüş mesafesi 1-3 m
civarına düşmüş olan bir bölgede önümü görebilmek için güneş gözlüğü takmıştım.
Sis için gözlüğünüz yoksa çok etkin bir çözüm diyebilirim. Sizi koyu renk
gözlükle gören arabadakiler koltuğun kenarına tutunabilir ama tavsiye ederim,
kesin farkediyor. Bir de hava çok soğuk değilse camınızı açın. Araba camından
bakmak bazen yanıltıcı olabiliyor.
Ve karşımıza Türk İspanyol Dostluk Anıtı
çıkıyor (Resim 106). Burada vaktiyle trajik bir olay yaşanmış. Bulunduğumuz
Pilav dağı’nda 26 Mayıs 2003 sabahı Afganistan'da görev
yapan İspanyol Barış Gücü askerlerini taşıyan Ukrayna'nın UmAir Havayolları'na
ait YAK - 42 tipi uçağı, yakıt ikmali için Trabzon Havalimanı'na inmek
isterken, aşırı sis nedeniyle çakılmış. Kazada 62 İspanyol asker ile Ukraynalı
13 mürettebat hayatını kaybetmiş. Bu askerler anısına da bu anıt yapılmış.
Arkasında açıklama ve isimler yer alıyor.
Resim 106. Türk İspanyol Dostluk Anıtı. |
Bizim topraklarımızda yatan evlatlarımızdır
bu insanlar diyorum kendime. Mekanları cennet, ruhları şad ve handan olsun. Biz
oradayken aşırı sis olması bana biraz o günü hatırlattı (Resim 107). Demek
pilot önünü hiç göremedi…
Biraz daha tırmanıp yaylaya doğru
hareket edelim diyoruz. Sis bir türlü dağılmıyor. Bizim de amacımız gezmek ve “görmek”
olduğu için anlam kaybı yaşanmaya başlanıyor. Biraz daha tırmanalım sis
dağılmazsa geri döneriz, ısrar etmek anlamsız diyoruz. Ancak korktuğumuz
başımıza geliyor ve sis bir türlü dağılmıyor. Arabadan inip, bir karar verelim
diyoruz. Benim nacizane Karadeniz yayla tecrübelerinden edindiğim bilgi şöyle
ki sis gelince hemen dağılmıyor, bazen saatler ve sıklıkla da gün veya günler
alıyor havanın açılması. Özellikle rakımın daha yüksek olduğu yerlerde, bazen yaylada
yaşayanların, yazın ortasında 10 gün güneş görmedikleri olabiliyor. Biz dururken
Ersan ve Bora yolun kenarında dağ çilekleri görüyorlar (Resim 108) ve
toplamaya başlıyorlar.
Resim 107. İspanyol anıtının hemen yanına parkettiğimiz aracımız. Görüş mesafesinin ne kadar düşük olduğuna dikkatinizi çekerim. |
Ben de madem öyle diyorum, macro lensi takıp çiçek
fotoğrafları çekiyorum (Resim 109). Buralarda dağ çileğine rastlamak hiç zor
değil. İnsanın bozmadığı her yerde rahatlıkla görebilirsiniz. Öyle yaylaya da
çıkmaya gerek yok. Bir bahçeye girin ayak basılmayan bir köşede görebilirsiniz.
Benim komşularımla Ordu’da aldığım denize yakın yamaçtaki arazide bile çok
fazla dağ çileği vardı.
Resim 109. Fotoğrafını çektiğim çiçeklerden bir tanesi. |
Anlıyoruz ki hava
düzelmeyecek. Bu kadar sisli bir havada fotoğraf çekip de size ne anlatabilirim
diye düşünüyorum. Planımızı revize etmemiz gerekiyor. Öyle geliyor ki buradan
bir an önce ayrılıp başka bir şehire kaymamız gerek. Daha fazla ısrar etmeden
arabaya atlıyoruz ve Trabzon’a doğru yol alıyoruz. Ersan, hocam size önceden bahsettiğim
gramla pilav satan bir dükkan vardı ya, oraya gidelim dedi. Benim zaten
yelkenler aşağıya inmiş, nereye olsa farketmezdi. Tamam dedim. Trabzon’a
indiğimizde acaba vakit kaybetmeden Sürmene tarafına doğuya kaysak mı diye
düşündük ama bizi bir sürpriz bekliyordu. Trabzon sahil kesimi aşırı sağnak
yağmura teslim olmuştu. Biz önce pilavımızı yiyelim dedik. Hemen sahilden
şehire girilen bir ara sokakta Kalkanoğlu pilava girdik (Resim 110).
Resim 110. Kalkanoğlu pilav’da servis yapılan bölüm.
|
Burası 1856 yılından
bu yana pilav satıyormuş. Mekanın içi ahşap ağırlıklı dekore edilmişti ve genel
olarak loştu. Yorulmuştuk. Moral bozukluğu da vardı. Mekanın işletmecisi
yanımıza geldi, biraz konuştuk ve ne yiyeceğimizi ona bıraktık. Peki nedir?
Mekanın isim yapmış pilavı (Resim 111), fasülye (Resim 112) ve yanında içecek
olarak soğuk bardakta kayısı hoşafı. Acıktığımızı hissettik. Birazdan servis
yapılmaya başlandı. Masaya pilavla birlikte, fasülye, turşu ve hoşaflar aynı
anda
Resim 111. Kalkanoğlu’nun meşhur pilavı. |
Resim 112. Kalkanoğlu fasülye. |
geldi. Pilav
oldukça iyi pişmiş etli bir pilavdı. Pilavı yerken Trabzon Sürmene’li olan
rahmetli babaannemin pilavını hatırladım. Çok küçükken yemiştim ama tadını
unutmamıştım. Aynen onun yaptığına benziyordu. Ersan’a dönüp, babaannemin
pilavına benziyor içinde hatırı sayılır miktarda tereyağı var dedim. Tabi oradaki
tencerenin dibini görmemiştim ama babaannemin pilavının çok tereyağlı olduğunu net
hatırlıyorum. İlk yediğimde henüz Amerika’dan yeni gelmiştik ve ben Türkçe bile
bilmiyordum. Çok yağlı gelmişti. Ama çocukken insan bazı şeyleri unutmaz,
bilirsiniz. İşte ben o zamanlarda öğrenmiştim çok tereyağlı pilav nasıl olur. Derlerdi
ki Trabzon’da pilav yapılırsa içindeki tereyağı öyle bir miktarda konmalıymış
ki her aldığın kaşığın (tabi o zamanlar kaşık kullanılıyor) altında bir damla
tereyağı olacak. Öffff. Bu şekilde yapılan pilavlarda tencere ve hatta
tabakların altında pilav yendikten sonra kalan bir tereyağı tabakası vardır.
Alışık olmayan için ağır gelebilir. Ben henüz alışamadım. Ancak, Kalkanoğlu’nda
bu kadar fazla tereyağı yoktu ve lezzetliydi. Üzerine ince kıyılmış dana eti de
kavurma gibi pişirilmişti. Fasülye ise ılık servis edilmiş bir barbunyaydı. Fasülye
diyorlardı yine de. İçinde kimilerinin
koyduğu gibi havuç gibi sebzeler yoktu. Sadeydi ve lezzetliydi. Pilav, fasülye ve hoşaf birbirine
yakışmıştı. Mekanın gerçekten bir tarzı, duruşu da vardı. Zaten dışarıdaki
tabelada sonradan görmeler gibi “since”
değil “kuruluş tarihi” nin kısaltılması “KT” vardı. Helal olsundu. Tavsiye
ederim, mutlaka Kalkanoğlu’nda pilavı tadın... Yemeğimizi yedik, teşekkür edip
çıktık. Dışarıda yağmur yağıyordu ve üç kişi olarak fikirbirliğimiz yağmurun
azalmayacağı yönündeydi. Meteoroloji müdürlüğünün hava tahminleri çavullamıştı.
Ben yola çıkarken açık olan Rize ve Artvin’e kapalı yağmurlu hava durumu görünüyordu.
İnternet sitesinde hava durumu “güncellenmişti”. İnanmak istemiyorduk ama Kaçkarlardaki
henüz göremediğiniz Sıtkı Kanberi aradığımızda dolu yağdığını ve sis olduğunu
söyledi. İyi de ne yapacaktık? Daha başlayalı 2 gün olmuştu. Ben bu iş burada
biter ısrarcı olmayalım, başka zaman geleceğiz dedim. Acaba Sürmene’ye gitsek
mi dediler. Yine de arabaya binip Ordu’ya doğru hareket etmeye başladık. Sağnak
yağmur yağıyordu. Ersan, hocam hava açık olursa yarın Sinop’a gidelim nasılsa gitmeyi planlıyorduk dedi. Sonuçta
geceyi Ordu’da geçirip, sabah hava durumuna göre hareket etmeye karar verdik.