2014 yılı Haziran ayının üçüncü haftasında ağırlıklı olarak Rize Kaçkarlar
ve Artvin’in yaylalarına planladığımız seyahatimizi aniden gelişen hava
muhalefeti sebebiyle yarı yolda kesmek zorunda kalınca, onca zamandır özlemle
beklediğim yere yine gidememiş oldum.
O duygu çakılmasıyla eve dönünce aklım oralarda kaldı, birkaç gün nasıl geçti bilemedim. Hafta sonu kliniğimde hastalarımın tedavilerini tamamlayınca, Rize-Artvin’e gidemedik ama Bursa’dakiArtvin’e gitmek için bir engel mi var dedim? Hava durumuna baktım. Bursa’da öğlen saatlerinde kapalı ama sonrasında açılan bir hava durumu vardı. Hemen evden birkaç eşya ve fotoğraf makinamı kapıp yola çıktım, plansız programsız... Bursa’ya ancak öğlenden sonra ulaşabileceğimden, aynı gün gölleri görebilmek için Uludağ’ın neredeyse zirvesine kadar çıkıp inebilmek söz konusu olamazdı. Alaçam köyüne Nisan ayındaki ilk ziyaretimde, oraya giden yolun başlangıcı bana gösterilmişti. Çok düzensiz ve normal bir araçla çıkılamayacak kadar çok engebeli, taşlık bir yoldu. Stabilize yoldan daha kötüydü. En azından 4x4 araç gerekliydi veya bir ATV. O bakımdan ertesi gün Alaçam köyüne gitmem gerekecekti. Tabi ayarlayabilirsem. Peki yahu o gün ne yapacaktım? Tanrı bilir. Tanıdığım birçok arkadaş ve meslektaş olmasına karşın Bursa’ya gideceğimi kimseye haber vermedim. Daha önceden “Alaçam Köyü: Bursa’daki Artvin?” başlıklı yazımda sizlerle tanıştırdığım Necati Güleç bey’i yolun başlarında aradım. Uludağ’ın eteklerindeki göllere gidebilir miyiz diye çekinerek sordum. Tabi hocam dedi. Yarın gelebilirsem sizi sabahtan ararım dedim. İnanılmaz sevindim. Demek karlar artık erimiş ve artık yollar açılmıştı.
O duygu çakılmasıyla eve dönünce aklım oralarda kaldı, birkaç gün nasıl geçti bilemedim. Hafta sonu kliniğimde hastalarımın tedavilerini tamamlayınca, Rize-Artvin’e gidemedik ama Bursa’dakiArtvin’e gitmek için bir engel mi var dedim? Hava durumuna baktım. Bursa’da öğlen saatlerinde kapalı ama sonrasında açılan bir hava durumu vardı. Hemen evden birkaç eşya ve fotoğraf makinamı kapıp yola çıktım, plansız programsız... Bursa’ya ancak öğlenden sonra ulaşabileceğimden, aynı gün gölleri görebilmek için Uludağ’ın neredeyse zirvesine kadar çıkıp inebilmek söz konusu olamazdı. Alaçam köyüne Nisan ayındaki ilk ziyaretimde, oraya giden yolun başlangıcı bana gösterilmişti. Çok düzensiz ve normal bir araçla çıkılamayacak kadar çok engebeli, taşlık bir yoldu. Stabilize yoldan daha kötüydü. En azından 4x4 araç gerekliydi veya bir ATV. O bakımdan ertesi gün Alaçam köyüne gitmem gerekecekti. Tabi ayarlayabilirsem. Peki yahu o gün ne yapacaktım? Tanrı bilir. Tanıdığım birçok arkadaş ve meslektaş olmasına karşın Bursa’ya gideceğimi kimseye haber vermedim. Daha önceden “Alaçam Köyü: Bursa’daki Artvin?” başlıklı yazımda sizlerle tanıştırdığım Necati Güleç bey’i yolun başlarında aradım. Uludağ’ın eteklerindeki göllere gidebilir miyiz diye çekinerek sordum. Tabi hocam dedi. Yarın gelebilirsem sizi sabahtan ararım dedim. İnanılmaz sevindim. Demek karlar artık erimiş ve artık yollar açılmıştı.
O günü benim için tam bir hayal kırıklığıyla
sonuçlanan Gölyazı’da ve daha sonra da beklentilerimi ancak kısmen karşılayan
Cumalıkızık’da geçirdim. Gölyazı ve Cumalıkızık tecrübelerimi sizlerle ayrı bir
yazıda paylaşacağım. Gece Cumalıkızık’ta konaklarken, Uludağ’ın eteklerindeki o
göllere çıkacağım için heyecan mı yaptım yoksa konakladığım yerden midir, uykum kaçtı. İlk defa böyle birşey
yapacaktım. Öyle ki sabah 5’te hala uyanıktım. Neyseki kuşlar ötmeye
başladıktan sonra 3 saat kadar uyuyakalmışım. Sabah kahvaltımı çabucak yaptıktan
sonra hemen Necati Bey’i aradım. Kendisi beni beklediğini söyledi. Göllere
çıkmanın ortalama 1.5 saat kadar sürdüğünü ve erken hareket etmenin iyi
olacağını belirtti. Gelmeniz yarım saat sürmez dedi. Yola çıktım. Cumalıkızık
ve Alaçam köyleri birbirine oldukça yakın diyebileceğim köyler. Alaçam köyünü
uzaktan görmeye başlayınca kendime dedim ki dostum, burası kesinlikle
Cumalıkızık’tan çok daha alımlı ve ferah bir yer. Şu ana kadar neden tanıtımı
çok yapılmamış bilinmez ama Cumalıkızık’tan farklı olarak çevresi alabildiğine
geniş, arkadaki dağ manzarası çok daha güzel ve isterseniz ahududu bahçelerinin
aralarında yürüyüş yapabilir, canınız çekerse Deliçay şelalesine
gidebilirsiniz. Ve daha neler... Bu yazıda bunların bir kısmını görebilirsiniz.
Turistik potansiyeli oldukça yüksek bir köy olduğunu düşünüyorum. İnegöl-Bursa
arasında böyle şeyler neredeyse yok, biliyor musunuz? Mesela ben şelale delisi
bir kişi olarak İnegöl’den Uludağ eteklerine kadar güzel bir şelale var mı diye
çok aradım, sordum, yok dediler. Uludağ Milli Parkı’na gittim, görevlilere
sordum, yok dediler. Yahu bu kadar erimiş kar suyu nereye akıyor, herhalde
yanlış biliyorsunuz diyorum. Hayır, şelale yok diyorlar. Sadece Uludağ’ın biraz
ilerisindeki Soğukpınar köyünün çok arkalarında, en az 1.5 saatlik yürümeyle
ulaşılan Aras şelalesinden bahsettiler, o kadar. Köye gittim. Çıkalım dedim
şelaleye, rehberlik yapacak insan bulamadım. Ayrıca, Cumalıkızık köyü açık turistik
ceza evi gibi. Daracık, sıkışık bir yer. Ara sokakların dar olmasından
bahsetmiyorum. Sanki sıkıştırılmış gibi bir yapısı var. Avrupa’nın da tarihi
1300-1400 yıllarına dayanan çok köyü kasabası vardır ama bu kadar klostrofobik
sokak yapısı yoktur. Yani bir Brugge değil gördüğün dostum. Cumalıkızık’ta, çevrede
gezecek hiçbir yer de yok, rehber de yok, turizm denen şeyin özü yok. Birkaç
kahvaltı yapacağınız yer, bir tane de yastığı-yatağı kokan konak (Bulanlar).
Her şey mekanik, sanki bir para tuzağı gibi kurulmuş ve insanı nedense çok
rahatsız ediyor. Ben oraya gittiğimde çevreyi gezeyim dedim, “aman dağlara doğru
gitmeyin ayı var” dediler. Sanki dersin gülyabani... Kaç kez söylediler. Gider
misin artık? Zaten mümkün de değildi. Köyün arkasına gideyim desen, arkadaki
yolun sonunda kapalı demir kapı var. Geçiş yok. Diyorum ya açık cezaevi sanki. Peki
dedik oturduk mecruben. Cumalıkızıkta adını duyabileceğiniz ama kendini
göremeyeceğinizi Ahududu, Alaçam’da daha önceden de yazdığım gibi her şekilde size
ikram ediliyor. Yani iyi ki UNESCO Cumalıkızık’a bir el atmış arkadaş, bir de
atmasaymış ne olurmuş.
Dönelim biz cennete... Necati beyin
ailesinin hemen köyün girişinde tüm bölgeye hakim konumdaki tesisi Masklavi’ye
geldim. Kendi ve oğlu beni karşıladı. O zaten hazırdı (Şekil 21). Zaman kaybetmeden
hemen yola çıkacaktık. Hem de ATV ile. Üstüme giyecek hırka, bir de şapka
almamı söyledi. Aslında o sırada hava soğuk değildi ama sanıyorum yolda üşürüz
diye üzerimize birşeyler alalım demişti. Ben de arabanın arkasından bir polar
hırka bir de fotoğraf makinamı kaptım. Atladım ATV’nin arkasına, doğru yola
çıktık. Açıkcası ilk defa bir dağın tepesindeki göllere gidiyordum. ATVye de
daha önceden hiç binmemiştim. 1.5 saat süren bu tırmanış ATVnin arkasında nasıl
olacaktı bir fikrim yoktu ama zaten işimizin büyük kısmı serüven değil miydi? ATVnin
arkasında önce biraz bocaladım, Necati beyden yardım aldım ama yarım saat kadar
sonra sanki ATVnin arkasında doğmuş gibiydim. Alışmıştım. Çok keyifliydi. Öncelikle köyün yan tarafından piknik alanı olan bölgeye doğru ilerledik.
Sonra da hemen sol tarafından yukarı doğru çıkan taşlı, toprak yoldan yukarı
çıkmaya başladık. Biraz sis
vardı ve hava aslında
biz oraya gidinceye kadar kapamaya başlamıştı (Şekil 22,23).
Şekil 22. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra arkamızda kalan bölge ve kapalı hava. |
Şekil 23. Biraz ileride sis içinde gittiğimiz yolda solda
kalan mağara.
|
Yıllar sonra
Bursa’ya ilk gelişimde, İnegöl'ü geçip Bursa’ya doğru yaklaşırken tam da Alaçam
köyüne denk düşen bir bölgede sol tarafta kalan karlı tepeleri görünce, onların
arkasında nasıl bir manzara olduğunu merak etmiştim. Nisan ayındaki toplantıdan
sonra tam da ilgimi çeken bölgeye yönlendirilip, Necati bey’in o tepelerin
arkasında 2200-2300 m civarında göllerin olduğunu söylemesiyle benim için kesin
gidilmesi gereken bir yer olmuştu oraları. Zaten bu konuda sanıyorum en şanslı
insandım o gün. Ben bir yere giderken sadece nasıl gittiğime değil, kiminle
gittiğime de önem veriyorum, bir çoğunuz gibi. Ancak bir farkla... sizler zaten
yıllardır tanıdığınız kişilerle yapıyorsunuz seyahatlerinizi, ben ise neredeyse
hiç tanımadığım. İşte burada şanslı olduğum nokta beni neredeyse sırtında 1.5
saat o göllere kadar çıkaran, gezdirip bir de indirecek kişinin “güzel insan” olması
ve o bölgeyi avucunun içi gibi bilmesiydi.
Orman içinden geçen bir yoldan
tırmanıyorduk (Şekil 24). Burası Uludağ göknarı (Abies
nordmanniana ssp. Bornmuelleriana) ve doğu kayını (Fagus orientalis) ağaçlarının ağırlıklı olarak bulunduğu bir ormandı. Uludağ
milli parkında ayrıca karaçam, meşe ve kestane ağaçları da mevcuttu. İlerlerken
ben Cumalıkızıktaki tecrübemi anlattım ve biraz ileride kendisine buralarda ayı
var mı diye sordum.
Şekil 24. Orman içinde tırmanırken. |
Var hocam ama bizim
buralardaki ayılar çok çekingendir, insan görse hemen kaçar dedi. Kimseye zarar
vermez dedi. Nasıl yani? Cumalıkızıkta tam tersini söylemişlerdi ama? Anladım
ki Cumalıkızıkta bana ayı hakkında bilgi verenler onu hiç görmemişlerdi. Necati
bey ise onlardan çok farklı olarak kimbilir kaç kez buralarda çocukluğundan bu
yana ayıyla karşılaşmıştı.
Sisli bir yoldan tırmanıyorduk ve bu sis havayı soğutuyordu. İçinde
geçtiğimiz orman kesin 40 yıldan daha yaşlı ağaçlarla hıncahınç doluydu.
Çevremiz öylesine yeşildi ki, henüz 1 hafta önce Maçka’nın masif çam
ağaçlarıyla dolu tepelerini dolaşmış bir insan olarak, arada çok da fark
olmadığını söyleyebilirim. Bir ara acaba yukarıda da sis olur da birşey
göremeyebilir miyiz diye endişe duydum. Bu endişem daha önce Karadenizde sis
kaynaklı yaşadığımız problemlerden kaynaklanmaktaydı, çünkü orada bazen sisten
görüş mesafesi 1-2 m kadar düşer. Geri dönmek zorunda kalırsın. Özellikle orman
içinde yürürken kısa bir zaman sonra kaybolabilirsiniz. Neyseki burada 10 metreden
biraz fazla görüş mesafesi vardı. Yine de fotoğraf çekmek için yeterli
olmayabilirdi. Necati beye hep böyle sis mi olacak diye sordum. Hayır hocam
birazdan bitecek dedi. Tırmanmaya devam ettik ve biraz ileride sisin yavaş
yavaş dağıldığı yerlere ulaşmaya başladık. Aslında aklında bana geçtiğimiz
yerlerde anlatmak istediği sanıyorum birçok konu vardı ama motorun gürültüsü ve
rüzgardan birbirimizi zor duyuyorduk. Bazı şeyleri ileride durunca anlatırım
dedi. Derken sis tamamen yok oldu. Gerçekten. Bir anda. Ve biz yolun tam
karşısında uzakta karlı dağ yamaçları görmeye başladık. İşte oralara gidecektik
(Şekil 25). Artık günlük güneşlikti ve başımı kaldırdığım zaman tek bir bulut
dahi görmüyordum. İşte budur dostum dedim. Ama henüz şölen yeni başlamıştı. Bu
neydi ki?
Şekil 25. Sis dağılınca karşımızda gördüğümüz dağ manzarası. |
Biraz ileride bir geçit vardı.
Açıkçası burada böyle bir kapı görebileceğimi tahmin etmemiştim, çünkü
geçtiğimiz yolun bir kısmı gerçekten ATVnin sarsılarak ilerleyebildiği bir
yoldu. Gerçi Necati bey gideceğimiz toplam yolu 1 saatte alırmış ama ben olduğum
için 1.5 saat demişti. Sol tarafta bir tabela vardı (Şekil 26). Üzerinde Uludağ
Milli Parkı Alaçam girişi yazıyordu. Demek gideceğimiz yer milli park sınırları
içinde kalıyordu. Hiç tahmin etmemiştim. Yol kötüydü ama aslında öyle çok da az
kullanılmış bir yol değildi.
Şekil 26. Uludağ milli parkı Alaçam girişi. |
Ben daha önceden klasik Çekirge
yolundan Uludağ Milli Parkı’na giderken -doğruyu söylemek gerekirse- çok
kızmıştım. Berbat bir asfalt yolu vardı. Kepazelikti. Yahu dedim sen Uludağ
milli parkısın, Ayder milli parkının bile senden daha iyi bir yolu var. Uludağ gibi
kaç tane dağ var ki bu
ülkede? Neden buraya doğru düzgün bir asfalt yol yapılmıyor gibi bir çok
söylenmeler. Ayrıca, yolda adım başı karşılaştığım köfteci ağırlıklı tesisler
de büsbütün keyfimi kaçırmıştı. Tam
milli parka girerken yol düzeldi ama kapıdaki görevli milli park içinde gezilip
görülecek doğa güzelliği olmadığını söyleyince donakalmıştım. Yosemite ulusal
parkı değildi tabi burası. Yine de girmiştim. Orman görüntüsü nefisti ama
oteller bölgesine geldiğimde inanın gezip görülecek birşey olmadığını gördüm.
Görevli doğruyu söylemişti. Tabi şu gerçeği de düşünmek gerek. Kaç kişi
gerçekten benim gibi “katıksız” doğa ile başbaşa bir süre geçirmek için oraya
gelmeyi düşünürdü ki?
İlerledikçe ve yukarı doğru çıktıkça
aynı yol devam ediyordu. Bu yol ortalama bir araç genişliğinden biraz fazlaydı.
Yolu kimin açtığını sordum. Necati bey vaktiyle Alaçam köyü muhtarının bu yolu
açtığını söyledi. Toplam 18 km uzunluğundaki bu yol Alaçamdan Uludağ’ın
köylerine ulaşımı sağlayabilmek için yapılmış. O sert iklim koşulları gözönünde
bulundurulduğunda yapılmasının hiç de kolay olmadığı söylenebilir. Ayrıca o
zahmetli yolu yapacak bütçe de ayrı konu. Yolun bazı bölümleri özellikle eriyen
kar sularının etkisiyle engebeli hale gelmişti. Hatta bir yerde yol kenarındaki
oldukça büyük, sanıyorum 1 tondan fazla ağırlıktaki bir kayanın, yerinden
ayrılarak yola indiğini gördük. Neyseki yolu tamamen kapatmıyordu. Bu arada sağ
tarafımızda yükselmemize bağlı olarak giderek artan ve insanı büsbütün
büyüleyen bir manzara oluşmaya başlıyordu. Bulutların üstüne çıkmaya
başlıyorduk (Şekil 27,28).
Şekil 27. Ormanın içinden yukarılara doğru yükselirken altımızda bıraktığımız bulutlar. |
Şekil 28. Aşağıda bıraktığımız bulutlar... |
Çok değil, daha bir hafta önce Trabzondaki yaylaları gezerken Haçkalı baba
yaylasında vadi içindeki evlerin hemen altından hareket eden bulutları
gördüğümde etkilenmiş ve o konu hakkındaki duygularımı “Kayabaşı Yaylası, Haçkalı Baba Yaylası, Alazlı Yaylası ve Maçka’nınTepeleri” başlıklı yazımda belirtmiştim. İnsanın ayaklarının altında bulutları
görmesi inanılmaz haz veren bir duygu. Kendimi bulutların üstüne hissediyorum
duygusunu “ayaklarınız yere basarken” tatmak. Bir uçaktaki gibi değil. Dolu
dolu. Yanında da mis gibi dağ havasını içinize çekerek. Hem de çiçek açmış
kekik kokanından, tazecik. Ancak şunu da açıkça belirtmek isterim ki burada
görmüş olduğumuz bulutlu orman manzarası sıradan bir manzara değildi. Necati
bey yıllardır buralara çıktığını fakat ilk defa böyle bir manzarayla
karşılaştığını söyledi. Bu söylemini de yol boyunca birkaç kez tekrarladı. Fotoğraflar
bunu anlatmakta inanın yetersiz kalıyor. Panoramik olarak tüm ormanın altında ufuk
hattına kadar masif uzanan bulutlar hakimdi (Şekil 29). Sürekli durup o
manzaranın fotoğrafını farklı yüksekliklerden çekmek ve ona uzun uzun bakmak
istiyorduk. Bu parayla satın alınabilecek birşey değil dedim. Dünyanın en mutlu
insanı o sırada bendim. Beni bulutların üstüne çıkaran bu zarif insana ne kadar
teşekkür etsem azdı. Bunun gerçekten hiçbir bir bedeli olamazdı...
Şekil 29. Bir mola sırasında altımızdaki orman manzarası ve Necati Güleç bey. |
Henüz daha yolun üçte biri gibi bir mesafeyi katetmiştik. Bir mola
verdik. Burası aslında biraz genişçe bir açıklığı olan bir yerdi ve Necati bey
buranın Yayladere mevki olarak adlandırıldığını söyledi. Yol boyunca kayaların
arasından kendine yol açmış birçok su kaynağı görüyorduk. Necati bey bu küçük su
kaynaklarının dağların yamaçlarında bulunan bu ormana ulaştığını ve bu sayede
bu kadar canlı olduğunu söyledi. Bu su kaynaklarının bazılarını uzaktan çok net
seçemiyordunuz. Örneğin yolun biraz ilerisinde sağımızda kalan bir tepe
gösterdi. Bu tepe çıplak kayadan oluşan Uludağ bölümünün hemen altında yer
alıyordu. Hocam tepeden sızan suyu görebiliyor musunuz diye sordu. Sormasa ilk
bakışta seçemeyebilirdim. Baktım, evet dedim. Şimdi aşağıya bakın dedi (Şekil 30,31). Bir ırmak vardı. Bu su size az gibi gelebilir ama aşağıda Deliçay
şelalesinden akan su buradan geliyor dedi. Topraktan sızan suyun cılız gibi
görünmesi şelaleden akan debili su ile bir izafi zıtlık oluşturabilir
zihninizde. Ancak genelde ilk kaynaklar sanırım böyle gösterişsiz oluyor.
Örneğin
Şekil 30. Fotoğrafın ortasındaki tepeden sızan su. |
Şekil 31. Bu su biraz aşağıda ağaçların altından akan bir ırmağa dönüşüyor. |
Sinop erfelek şelalerinin ilk kaynak yeri de gösterişsiz cılız bir yer
ama aşağılarda oldukça görkemli şelaleler oluşturabiliyor.
İlerliyoruz. Rakım
1700-1800 metrenin biraz üzerine çıkıyor. Bir yanımızda giderek aşağıda kalan
ormanlık bölge (Şekil 32) tüm güzelliğiyle görünürken biz yolumuza devam ediyoruz.
Bu rakımdan ulaşacağımız 2300 m civarına kadar, ki buna Subalpin kuşak
deniyor, bodur çalılar ve
açık mera toplulukları ağırlıkta olmak üzere, yüksek arazi fundalık bitki
örtüsü tipleri görülüyor. Aslında 18 km yol ama yol düzensiz olduğu için
yavaş ilerliyoruz. Ben aslında bu durumdan hiç şikayetçi değilim ve keyfime
diyecek yok, çünkü manzara harika. Bu arada, yükselirken bazı vadilerde oldukça
ilkel şekilde yapılmış “tesisler” görüyoruz (Şekil 33). Necati bey Uludağ’ın
eteklerindeki bu vadilere bazı kişilerin koyunlarını getirdiklerini ve
otlattıklarını söyledi. Tabi buraya uzaktan geliyorlarmış ve uzunca bir süre
kalıyorlarmış. Herhalde koyunlar buralarda oldukça besili oluyordur. Özellikle
baharın geldiği Haziran ayında
Şekil 33. Küçükbaş hayvancılık yapılan bir alan. |
Uludağ’ın eteklerinde çimlerin arasında kekiklerin mosmor çiçekleriyle
neredeyse her yerde olduğunu düşünürseniz, buna bir de tertemiz su kaynaklarını
katarsanız bu hayvanların bölgede sizlerden daha iyi şekilde beslendiğini
anlarsınız. Bu şekildeki yapılardan yol boyunca birkaç tane gördük. Hatta bir
tanesinde “Ali baba yaylası” diye bir tabela bile vardı. Tabi ki öyle birşey
yoktu. Tamamen hayal ürünü. Zaten vadinin de üstünde kurulmuştu.
Biraz ilerleyince
Necati bey yolda daha önceden bir tanesini göstermiş olduğu sol tarafımızda
kalan tepelerin ikisini de işaret ederek, işte soldaki (orman tarafındaki) Manastır
tepesi (2400 m) sağdaki de Eğrikar tepesi (2450 m) hocam dedi. Buradaki önemli
tepelerdenmiş. Bu tepeler Uludağ’ın zirvesinden biraz uzakta konumdaydılar ve
tepelerinde çıplak kaya mevcut değildi (Şekil 34).
Şekil 34. Geride bıraktığımız yola (sol taraf) bakınca Manastır ve Eğrikar tepeleri yanyana görünüyor. |
Ayrıca Manastır tepesinin
eteklerinden aşağıya doğru süzülen suyu da görebilirsiniz. Bu su geldiğimiz
yola kadar ulaşıyordu. Necati bey, Manastır tepesinde harabe halinde bir
manastır kalıntısı olduğunu söyledi. Ben özellikle bu tip harabeleri duymaya
hiç şaşırmıyorum. Karadenizde dolaşırken bu şekilde tanınmaz hale gelmiş bir
çok kilise gördüm. Hatta bazılarını tanımakta güçlük çektik, çünkü yığıntı
halinde taştan ibaret virane halindeydiler. Manastır, Hristiyan mezarları ve
Kiliselerden kurtulmak isteyen birçok yobaz, “temellerinde” hazine olduğu
haberini yayar. Sonra da hazine avcıları buraları günümüzdeki hallerine getirir.
Sıklıkla olan budur ve kimse bunun olmasını engellemez.
İlerlerken yolun diğer tarafında ise artık çok
net Uludağ’ın zirvesi (2543 m) görünmeye başlıyor (Şekil 35). Tabi ben ilk defa
Uludağ’ın zirvesini çıplak gözle gördüğüm için bunları bana Necati bey söylüyor.
Uludağ’ın oldukça künt bir görüntüye sahip zirvesi var. Söylenmese
anlamayabilirdim. Yan taraflarındaki tepelere doğru yaklaştıkça normal bir
insanın herhangi bir ekipman kullanmadan rahatlıkla zirveye göller bölgesinden
tırmanabileceğini anlıyorsunuz. Ben zirveden çekilmiş fotoğraflara baktım. Tabi
ki dört bir yanda oldukça geniş bir alana hakim manzara var. Bazen buradan
bakıldığında açık havada İstanbul görülüyormuş. Uludağ mitolojide Bithynian
olympus (Keşiş dağı) olarak bilinen ve Marmara bölgesinin en yüksek dağı. Başka
kaynaklara göre Mysia olympus Dağı olarak da geçiyor. Etimolojik olarak bakacak
olursak, Olympos, Yunan mitolojisinde Tanrıların oturduğu
kabul edilen ve 2919 m yükseklikle Yunanistan'ın en yüksek zirvesini oluşturan
Tesalya bölgesindeki dağın adı. “Bithynian” ise
internetten öğrenebildiğim kadarıyla
M.Ö. 297-74 yılları arasında batı ve orta Karadeniz arasında uzanan ve sonradan
Romalılara geçen Bithynia adındaki eski bir krallıktan muhtemelen köken alıyor.
Biz işte onun zirvesine yakın bir yere gideceğiz. Ne ilginçtir ki muhtar
zirveye çok yakın, mesela 2300 m civarına kadar yol çıkarmış. Bu sene çok kar
yağmadığı için zirve bölgesinde çok kar yok ama yine de öbekler halinde kar
hala yamaçlarda görülebiliyor. Çevrede bulut olmamasına karşın zirve ve hemen
çevresindeki tepelerden sanki arkada baca varmış gibi sürekli ve izlenebilir
bir hızda bulutların yukarı doğru tütmesi fantastik bir görüntü. Evet tam da
böyle. Bulutlar yukarı doğru çıkıyor. Sana zirveye yakın olduğunu
hissettiriyor. Yani lenticular bulut
Şekil 35. Yolun hemen ilerisine görünmeye başlayan zirve. |
Tabi bu yüksekliklerde artık ağaç kalmıyor ama
küçük kümeler halinde bodur çalılara, ardıç ağaçlarına rastlamak mümkün. Necati
bey buralara hep Temmuz-Ağustos aylarında çıkmış. Haziran ayında ilk defa
çıkıyormuş. Yol boyu zirveye doğru yaklaştıkça toprağı örten zayıf çim
örtüsünün üstünde çiçeklere rastlamaya başlıyoruz. Aşağılardan yukarıya kadar
birçok yerde kekiğe rastlamak mümkün. Hatta istila etmiş gibi ama buralarda yol
kenarlarında papatya da görmeye başlıyoruz. Bunların boyları normalden çok
kısa, en fazla yerden 10-15 cm yukarı uzayabilmişler. Taç kısımları oransal
bakıldığında o kadar küçülmemiş. Bir bakışta papatya olduğunu anlıyorsunuz.
Necati bey buraya bahar gelmiş diyor. Söyledikleri doğruydu, tam da öyleydi.
Benim de Rize Kaçkarlara Haziran ayının 3. haftası gitmek isteyişimin sebebi
karlı dağ manzaraları ve bölgedeki çiçekleri birlikte yakalayabimekti. İki
mevsim bir arada gibi.
Birazdan Necati bey
ATVyi durdurup arkaya bana dönüyor ve diyor ki, hocam Gemlik’in girişinde hani
Orhan Veli’nin “Gemlik’e doğru, denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözlerini
içeren bir tabela vardır ya, şimdi birazdan Kara Göl’ü göreceksiniz. Hemen
etrafıma bakıyorum. Ortada göl möl yok. Tekrar hareket edip bir köşeyi dönüyoruz
ve aman Allahım o da ne? Gerçekten bir göl var.
Şekil 36. Panoramik Kara Göl. |
Hem de zirvenin hemen altında (Şekil 36). Kara Göl (2270 m) gerçekten
çok alımlı. Sanıyorum altındaki kayaların yansımasından dolayı rengi oldukça
koyu. Buraya dipsiz göl de denirmiş. Her ne kadar ilk bakışta anlaşılmasa da Necati
bey gölün derin olduğunu söylüyor. Zirveden eriyen karlar burada birikiyor.
Zemin kaya olduğu için su kaybı sadece buharlaşma ile mümkün. Kara Göl adı tek
başına sanıyorum birçok kişi tarafından karışıklığa sebep olabilir, çünkü aynı
isimde Ordu’da bir Artvin’de iki tane (Borçka ve Şavşat’ta) göl var. Tabi bu
beni bildiğim. Kimbilir daha kaç tane vardır Kara Göl.
Biraz ilerleyince cross motorsikletli bir
kişiyle karşılaşıyoruz. Necati bey’in eşinin köyünden akrabası bir genç
arkadaşıyla yukarıları dolaşmaya gelmiş. Dolaşmaya gelmiş dediğim zirvedeki Starbucks’da
kahve içelim diye birşey değil tabi. Burada çok kişiyle karşılaşmayı bırakın
hiç kimseyle karşılaşmayı beklemiyordum. Biraz konuşuyorum gençle. Bana
yıllarca buralarda çobanlık yaptığını ve buralara sık sık çıktığını söylüyor.
Eskiden başka bir aracı varmış. Şimdilerde ise cross motorsiklet kullanıyor.
Soruyorum. Memnun musun Kanuni’ni performansından? Evet diyor. Yolda hiç
kalmamış. Meğerse bir arkadaşıyla buralara çıkmışlar. Kilimli Göl’ün biraz
ilersindeki Buzlu göl’ün kenarında arkadaşıyla da karşılaşıyoruz. Teknik bir
arıza yaşıyorlarmış. Necati bey’den ingiliz anahtarı istiyorlar.
Karagöl’den biraz
ileride Kilimli Göl’e geliyoruz (Şekil 37).
Şekil 37. Panoramik Kilimli Göl. |
Göllerin 5 tanesi zaten
birbirlerine çok yakınmış. Bu biraz daha büyükçe bir göl ve daha sığ. Biraz
daha yukarıda Buzlu Göl’e varıyoruz (Şekil 37-39).
Şekil 38. Panoramik Buzlu Göl. |
Şekil 39. Buzlu göl. |
Yakınında
Küçük Heybeli ve Büyük Heybeli diye ki gölden daha bahsetti Necati bey.
Yerlerini gösterdi ama sadece çukurları mevcuttu. Kar çok olmadığı için göl
formasyonu oluşamamış bu sene. Buzlu Göl ise genelde buzlu olduğu için bu
şekilde adlandırılmış. Ancak, biz gittiğimizde öyle değildi ve çok güzel yansımalar
oluyordu. Aşağı bıraktığımız Kilimli Göl manzarası da tek kelimeyle nefisti
(Şekil 40).
Şekil 40. Buzlu göl yakınlarından Kilimli Göl’e bakış. |
Kilimli Göl’e yukarıdan bakınca ilerideki bulutlu manzara yine
dikkatimizi çekiyor. Bana öyle geliyor ki özellikle kış aylarında günün ilk
ışıklarının yükselmeye başladığı saatlarde benzer manzaralar kızıl ışık altında
izlenebilir ve çok sık olur. Tabi bir de burada bir gece geçirmek gerek
aslında. Yüksek rakım, çok az nem ve bulutsuz bir gecede ufuktan samanyolunun
“doğuşunu” izlemek ve tüm gece yıldızların altında geçirmek. Özellikle yaz
aylarında 24:00 gibi samanyolu tüm haşmetiyle gökyüzünde görülebilir. Necati
bey, bir kez Ağustos ayında gece kalmaya gelmiş buralara. Tabi ne şekildeki bir
donanımla geldiklerini bilmiyorum ama çok üşümüşler. Soğuktan uyuyamamışlar.
Buzlu Göl civarında biraz
duruyoruz. Aşağıdaki köyden olan gençlerde bu arada sohbet ediyorlar (Şekil 42). Çevremizde birçok çiçek var ve ben bunların bir kısmını daha önceden
görmemiştim (Şekil 43).
Şekil 42. Cross motorsikletleriyle yukarılara çıkan gençler. |
Şekil 43.Uludağda karşılaştığım çiçeklerden bir demet! |
Arada küçük tatlı sürprizler de olmuyor değil hani.
Mesela size göz kırpan bir “forget me not” (myosotis sylvatica) çiçeği görmek
gibi. Necati bey bu aylarda buralara gelmediği için bu kadar çiçek görmeye
biraz şaşırıyor ve başlıyor çiçeklerle ilgilenmeye. Ben de arada bunların fotoğraflarını
çekmeye çalışıyorum ama yanıma 100 mm macro lensi almadığım için fotoğraflar
çok alımlı değil. Burada öyle ilginç küçücük öbekler halinde yaşayan çiçekler
var ki sanıyorum bazılarının ömürleri bir veya birkaç gündür (Şekil 44). Soğuk ve
muhtemelen sert rüzgarlı gecelerden korunmak ve tahminim enerji tasarrufu
sağlayabilmek için kısa boy, küçük yaprak, küçük çiçek tipik özelliklerinden
buradaki bazı türlerin. Ayrıca bazı türler bazı dönemlerde görünüyor olabilir diye
düşünüyoruz. Mesela, Necati bey daha önceden buralara geldiği Temmuz-Ağustos
aylarında hiç çiçek görmemiş. Çıplak arazi ve üzerinde biraz çalı ve ot. O
kadar.
Buradaki birtki örtüsüne birazcık değinelim.
Uludağ bu konuda oldukça isim yapmış bir bölge, bir arboretum adeta. Şöyle ki,
dünya
üzerinde sadece ülkemizde yetişen yani endemik bitki türlerinden 78’i Uludağ’da
bulunuyor. Bunun ötesinde dünyada sadece Uludağ’da görebileceğiniz çiçek ve
bitki türü sayısı ise kimi kaynaklarda 31 kimisinde 33 olarak geçiyor. Prof.
Dr. Gönül Kaynak’ın “Uludağ’ın bitki örtüsü” başlıklı makalesinde bu bölgeden bugüne
kadar floristik gezilerde 791 bitki türünün yetiştiğinin belirlendiğini, ancak
bu sayının 1000’in üzerine başka çalışmalarla çekileceğini okudum. Uludağ’ın
sahip olduğu iklimsel ve arazi özelliklerine göre farklı vejetasyon katmanları
oluşmuştur. Şanslıyız ki bizim seyahatimizde de
Şekil 44. Bu fotoğraftaki çiçeklerin bulunduğu topluluğa bakılacak olursa bazı çiçeklerin solduğu bazılarının ise henüz yeni açtığı anlaşılabilir. |
gördüğümüz
alpin kuşakta yetişen ve Uludağ endemiği olan sarı jensiyan (Gentiana lutea)
üzeri glazürlü gibi parlak görünen bir çiçek (Şekil 44). Uludağ’ın batı
kesimlerindeki yaylalardan biri olan Keten yaylasında ise endemik keten türleri
açarmış. Bizim bulunduğumuz mevkiden farklı olarak buradaki dere yataklarında
söğüt, kavak, çınar ve kızılağaç görülürmüş. Ayrıca, Soğukpınar’ın üst
kısımlarında bulunan Aras yaylası ve vadisinde ise endemik sığır kuyruğu, kudüs
adaçayı, gelincik, kekik, menekşe, orkide, tükrük otu ve çiriş otu sayılan
türler arasında yer alıyor.
Şekil 45. Gentiana lutea ile kaplı bir yamaç. |
Buzlu göl civarında gölleri unutup,
çiçeklere ilgimiz yönelince bir anda gezimizin kavramı değişiyor ve çevremizde
başka türlerin arayışına giriyoruz. Burası bir çiçek cenneti gibi. Hep sanki
ben de burdayım diye size el sallıyor. Gerçekten de bulunduğunuz yerden biraz
farklı bir yöne gidince bir öbek halinde başka bir tür görüyorsunuz.
İlerliyoruz. Bundan sonraki
durağımız Aynalı Göl (Şekil 46).
Şekil 46. Aynalı Göl. |
Şekil 47. Bir su kaynağının kenarında karşılaştığımız çiçekler. |
Bu da bir başka güzellikte ama benim favorim
Buzlu göl oldu. Aslında Aynalı göle bu isim verilmesinin sebebi burada çok
güzel yansımaların olması. Ancak, ben o şekilde yansımaya şahit olamadım. Bu
arada şu gerçek ki daha önceden gittiğimiz gibi artık gidemiyoruz, çünkü yol
boyunca durup daha önceden görmediğimiz başka çiçeklere bakıyoruz. Çiçekler
buraların çocuğu olan Necati bey’in oldukça ilgisini çekiyor ki aralarında
oldukça zaman geçiriyor. Burada da bir önceki bölgede görmediğimiz başka türler
görüyoruz. Şaşırtıcı ama gerçek. Gideceğimiz göller burada bitiyor ve Necati
bey geldiğimiz yoldan farklı bir yoldan geri dönmeyi öneriyor. Ben zaten
zevkten küp gibi olmuşum farkeder mi? İlerlediğimiz yolda daha da fazla çiçek
görmeye başlıyoruz. Artık bu çiçek olayı inanın öyle bir hal alıyor ki
anlatamam. Ben bu kadar farklı çiçek türlerini bir arada hiç görmemiştim (Şekil
47). Aşağılara doğru yaklaştıkça tekrar
ormanı görmeye başlıyoruz. Burada da çok güzel orman manzaraları var (Şekil 48).
Şekil 48. Ormanlık alana yaklaşırken. Altta görülen Uludağ gelinciği. |
Artık ormanın içine giriyoruz (Şekil 49). Karşımızda ileride altında
girmemiz gereken bulut ve fanilerin dünyası var. Napalım? Bu kadarı bile
harikaydı demekten başka çaremiz yok. Necati beyle once eşinin sonrada Alaçam’a
hemen komşu olan köyün içinden geçtikten sonra tesislerine varıyoruz. Oğlu bana
nasıldı diye soruyor. Tabi neler söylediğimi tahmin edersiniz. Bu arada
ahuhuduların bahçelerde olgunlaşmış olduğunu ve bahçede toplayanları görüyorum.
Aşağıdaki çardaklarda oturalım diyor. Biraz oturup dinlendikten sonra müsaade
istiyorum. Her zamanki gibi beni elim boş göndermiyorlar (Şekil 50).
Şekil 49. Ormanlık alana girerken. |
Beni
bulutların üstüne ve gerçekten harikalar diyarına çıkaran bu insana ne kadar
teşekkür etsem azdır. Bana bu güzel sürprizi yapan Necati beye ben de bir
sürpriz yapacağım. Devamı gelecek…