4 Temmuz 2014 Cuma

Bursa/Alaçam Köyü: Bulutların Üstünden Uludağ'ın Göllerine




     2014 yılı Haziran ayının üçüncü haftasında ağırlıklı olarak Rize Kaçkarlar ve Artvin’in yaylalarına planladığımız seyahatimizi aniden gelişen hava muhalefeti sebebiyle yarı yolda kesmek zorunda kalınca, onca zamandır özlemle beklediğim yere yine gidememiş oldum.
O duygu çakılmasıyla eve dönünce aklım oralarda kaldı, birkaç gün nasıl geçti bilemedim. Hafta sonu kliniğimde hastalarımın tedavilerini tamamlayınca, Rize-Artvin’e gidemedik ama Bursa’dakiArtvin’e gitmek için bir engel mi var dedim? Hava durumuna baktım. Bursa’da öğlen saatlerinde kapalı ama sonrasında açılan bir hava durumu vardı. Hemen evden birkaç eşya ve fotoğraf makinamı kapıp yola çıktım, plansız programsız... Bursa’ya ancak öğlenden sonra ulaşabileceğimden, aynı gün gölleri görebilmek için Uludağ’ın neredeyse zirvesine kadar çıkıp inebilmek söz konusu olamazdı. Alaçam köyüne Nisan ayındaki ilk ziyaretimde, oraya giden yolun başlangıcı bana gösterilmişti. Çok düzensiz ve normal bir araçla çıkılamayacak kadar çok engebeli, taşlık bir yoldu. Stabilize yoldan daha kötüydü. En azından 4x4 araç gerekliydi veya bir ATV. O bakımdan ertesi gün Alaçam köyüne gitmem gerekecekti. Tabi ayarlayabilirsem. Peki yahu o gün ne yapacaktım? Tanrı bilir. Tanıdığım birçok arkadaş ve meslektaş olmasına karşın Bursa’ya gideceğimi kimseye haber vermedim. Daha önceden “Alaçam Köyü: Bursa’daki Artvin?” başlıklı yazımda sizlerle tanıştırdığım Necati Güleç bey’i yolun başlarında aradım. Uludağ’ın eteklerindeki göllere gidebilir miyiz diye çekinerek sordum. Tabi hocam dedi. Yarın gelebilirsem sizi sabahtan ararım dedim. İnanılmaz sevindim. Demek karlar artık erimiş ve artık yollar açılmıştı.

    O günü benim için tam bir hayal kırıklığıyla sonuçlanan Gölyazı’da ve daha sonra da beklentilerimi ancak kısmen karşılayan Cumalıkızık’da geçirdim. Gölyazı ve Cumalıkızık tecrübelerimi sizlerle ayrı bir yazıda paylaşacağım. Gece Cumalıkızık’ta konaklarken, Uludağ’ın eteklerindeki o göllere çıkacağım için heyecan mı yaptım yoksa konakladığım yerden midir, uykum kaçtı. İlk defa böyle birşey yapacaktım. Öyle ki sabah 5’te hala uyanıktım. Neyseki kuşlar ötmeye başladıktan sonra 3 saat kadar uyuyakalmışım. Sabah kahvaltımı çabucak yaptıktan sonra hemen Necati Bey’i aradım. Kendisi beni beklediğini söyledi. Göllere çıkmanın ortalama 1.5 saat kadar sürdüğünü ve erken hareket etmenin iyi olacağını belirtti. Gelmeniz yarım saat sürmez dedi. Yola çıktım. Cumalıkızık ve Alaçam köyleri birbirine oldukça yakın diyebileceğim köyler. Alaçam köyünü uzaktan görmeye başlayınca kendime dedim ki dostum, burası kesinlikle Cumalıkızık’tan çok daha alımlı ve ferah bir yer. Şu ana kadar neden tanıtımı çok yapılmamış bilinmez ama Cumalıkızık’tan farklı olarak çevresi alabildiğine geniş, arkadaki dağ manzarası çok daha güzel ve isterseniz ahududu bahçelerinin aralarında yürüyüş yapabilir, canınız çekerse Deliçay şelalesine gidebilirsiniz. Ve daha neler... Bu yazıda bunların bir kısmını görebilirsiniz. Turistik potansiyeli oldukça yüksek bir köy olduğunu düşünüyorum. İnegöl-Bursa arasında böyle şeyler neredeyse yok, biliyor musunuz? Mesela ben şelale delisi bir kişi olarak İnegöl’den Uludağ eteklerine kadar güzel bir şelale var mı diye çok aradım, sordum, yok dediler. Uludağ Milli Parkı’na gittim, görevlilere sordum, yok dediler. Yahu bu kadar erimiş kar suyu nereye akıyor, herhalde yanlış biliyorsunuz diyorum. Hayır, şelale yok diyorlar. Sadece Uludağ’ın biraz ilerisindeki Soğukpınar köyünün çok arkalarında, en az 1.5 saatlik yürümeyle ulaşılan Aras şelalesinden bahsettiler, o kadar. Köye gittim. Çıkalım dedim şelaleye, rehberlik yapacak insan bulamadım. Ayrıca, Cumalıkızık köyü açık turistik ceza evi gibi. Daracık, sıkışık bir yer. Ara sokakların dar olmasından bahsetmiyorum. Sanki sıkıştırılmış gibi bir yapısı var. Avrupa’nın da tarihi 1300-1400 yıllarına dayanan çok köyü kasabası vardır ama bu kadar klostrofobik sokak yapısı yoktur. Yani bir Brugge değil gördüğün dostum. Cumalıkızık’ta, çevrede gezecek hiçbir yer de yok, rehber de yok, turizm denen şeyin özü yok. Birkaç kahvaltı yapacağınız yer, bir tane de yastığı-yatağı kokan konak (Bulanlar). Her şey mekanik, sanki bir para tuzağı gibi kurulmuş ve insanı nedense çok rahatsız ediyor. Ben oraya gittiğimde çevreyi gezeyim dedim, “aman dağlara doğru gitmeyin ayı var” dediler. Sanki dersin gülyabani... Kaç kez söylediler. Gider misin artık? Zaten mümkün de değildi. Köyün arkasına gideyim desen, arkadaki yolun sonunda kapalı demir kapı var. Geçiş yok. Diyorum ya açık cezaevi sanki. Peki dedik oturduk mecruben. Cumalıkızıkta adını duyabileceğiniz ama kendini göremeyeceğinizi Ahududu, Alaçam’da daha önceden de yazdığım gibi her şekilde size ikram ediliyor. Yani iyi ki UNESCO Cumalıkızık’a bir el atmış arkadaş, bir de atmasaymış ne olurmuş.

   Dönelim biz cennete... Necati beyin ailesinin hemen köyün girişinde tüm bölgeye hakim konumdaki tesisi Masklavi’ye geldim. Kendi ve oğlu beni karşıladı. O zaten hazırdı (Şekil 21). Zaman kaybetmeden hemen yola çıkacaktık. Hem de ATV ile. Üstüme giyecek hırka, bir de şapka almamı söyledi. Aslında o sırada hava soğuk değildi ama sanıyorum yolda üşürüz diye üzerimize birşeyler alalım demişti. Ben de arabanın arkasından bir polar hırka bir de fotoğraf makinamı kaptım. Atladım ATV’nin arkasına, doğru yola çıktık. Açıkcası ilk defa bir dağın tepesindeki göllere gidiyordum. ATVye de daha önceden hiç binmemiştim. 1.5 saat süren bu tırmanış ATVnin arkasında nasıl olacaktı bir fikrim yoktu ama zaten işimizin büyük kısmı serüven değil miydi? ATVnin arkasında önce biraz bocaladım, Necati beyden yardım aldım ama yarım saat kadar sonra sanki ATVnin arkasında doğmuş gibiydim. Alışmıştım. Çok keyifliydi. Öncelikle köyün yan tarafından piknik alanı olan bölgeye doğru ilerledik. Sonra da hemen sol tarafından yukarı doğru çıkan taşlı, toprak yoldan yukarı çıkmaya başladık. Biraz sis

 
Şekil 21. Necati bey gideceğimiz ATV’de beni bekliyor.




vardı ve hava aslında biz oraya gidinceye kadar kapamaya başlamıştı (Şekil 22,23). 
Şekil 22. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra arkamızda kalan bölge ve kapalı hava.


Şekil 23. Biraz ileride sis içinde gittiğimiz yolda solda kalan mağara.
 Yıllar sonra Bursa’ya ilk gelişimde, İnegöl'ü geçip Bursa’ya doğru yaklaşırken tam da Alaçam köyüne denk düşen bir bölgede sol tarafta kalan karlı tepeleri görünce, onların arkasında nasıl bir manzara olduğunu merak etmiştim. Nisan ayındaki toplantıdan sonra tam da ilgimi çeken bölgeye yönlendirilip, Necati bey’in o tepelerin arkasında 2200-2300 m civarında göllerin olduğunu söylemesiyle benim için kesin gidilmesi gereken bir yer olmuştu oraları. Zaten bu konuda sanıyorum en şanslı insandım o gün. Ben bir yere giderken sadece nasıl gittiğime değil, kiminle gittiğime de önem veriyorum, bir çoğunuz gibi. Ancak bir farkla... sizler zaten yıllardır tanıdığınız kişilerle yapıyorsunuz seyahatlerinizi, ben ise neredeyse hiç tanımadığım. İşte burada şanslı olduğum nokta beni neredeyse sırtında 1.5 saat o göllere kadar çıkaran, gezdirip bir de indirecek kişinin “güzel insan” olması ve o bölgeyi avucunun içi gibi bilmesiydi.

     Orman içinden geçen bir yoldan tırmanıyorduk (Şekil 24). Burası Uludağ göknarı (Abies nordmanniana ssp. Bornmuelleriana) ve doğu kayını (Fagus orientalis) ağaçlarının ağırlıklı olarak bulunduğu bir ormandı. Uludağ milli parkında ayrıca karaçam, meşe ve kestane ağaçları da mevcuttu. İlerlerken ben Cumalıkızıktaki tecrübemi anlattım ve biraz ileride kendisine buralarda ayı var mı diye sordum. 
Şekil 24. Orman içinde tırmanırken.


Var hocam ama bizim buralardaki ayılar çok çekingendir, insan görse hemen kaçar dedi. Kimseye zarar vermez dedi. Nasıl yani? Cumalıkızıkta tam tersini söylemişlerdi ama? Anladım ki Cumalıkızıkta bana ayı hakkında bilgi verenler onu hiç görmemişlerdi. Necati bey ise onlardan çok farklı olarak kimbilir kaç kez buralarda çocukluğundan bu yana ayıyla karşılaşmıştı.

Sisli bir yoldan tırmanıyorduk ve bu sis havayı soğutuyordu. İçinde geçtiğimiz orman kesin 40 yıldan daha yaşlı ağaçlarla hıncahınç doluydu. Çevremiz öylesine yeşildi ki, henüz 1 hafta önce Maçka’nın masif çam ağaçlarıyla dolu tepelerini dolaşmış bir insan olarak, arada çok da fark olmadığını söyleyebilirim. Bir ara acaba yukarıda da sis olur da birşey göremeyebilir miyiz diye endişe duydum. Bu endişem daha önce Karadenizde sis kaynaklı yaşadığımız problemlerden kaynaklanmaktaydı, çünkü orada bazen sisten görüş mesafesi 1-2 m kadar düşer. Geri dönmek zorunda kalırsın. Özellikle orman içinde yürürken kısa bir zaman sonra kaybolabilirsiniz. Neyseki burada 10 metreden biraz fazla görüş mesafesi vardı. Yine de fotoğraf çekmek için yeterli olmayabilirdi. Necati beye hep böyle sis mi olacak diye sordum. Hayır hocam birazdan bitecek dedi. Tırmanmaya devam ettik ve biraz ileride sisin yavaş yavaş dağıldığı yerlere ulaşmaya başladık. Aslında aklında bana geçtiğimiz yerlerde anlatmak istediği sanıyorum birçok konu vardı ama motorun gürültüsü ve rüzgardan birbirimizi zor duyuyorduk. Bazı şeyleri ileride durunca anlatırım dedi. Derken sis tamamen yok oldu. Gerçekten. Bir anda. Ve biz yolun tam karşısında uzakta karlı dağ yamaçları görmeye başladık. İşte oralara gidecektik (Şekil 25). Artık günlük güneşlikti ve başımı kaldırdığım zaman tek bir bulut dahi görmüyordum. İşte budur dostum dedim. Ama henüz şölen yeni başlamıştı. Bu neydi ki? 
Şekil 25. Sis dağılınca karşımızda gördüğümüz dağ manzarası.
         Biraz ileride bir geçit vardı. Açıkçası burada böyle bir kapı görebileceğimi tahmin etmemiştim, çünkü geçtiğimiz yolun bir kısmı gerçekten ATVnin sarsılarak ilerleyebildiği bir yoldu. Gerçi Necati bey gideceğimiz toplam yolu 1 saatte alırmış ama ben olduğum için 1.5 saat demişti. Sol tarafta bir tabela vardı (Şekil 26). Üzerinde Uludağ Milli Parkı Alaçam girişi yazıyordu. Demek gideceğimiz yer milli park sınırları içinde kalıyordu. Hiç tahmin etmemiştim. Yol kötüydü ama aslında öyle çok da az kullanılmış bir yol değildi.
Şekil 26. Uludağ milli parkı Alaçam girişi.
          Ben daha önceden klasik Çekirge yolundan Uludağ Milli Parkı’na giderken -doğruyu söylemek gerekirse- çok kızmıştım. Berbat bir asfalt yolu vardı. Kepazelikti. Yahu dedim sen Uludağ milli parkısın, Ayder milli parkının bile senden daha iyi bir yolu var. Uludağ gibi kaç tane dağ var ki bu ülkede? Neden buraya doğru düzgün bir asfalt yol yapılmıyor gibi bir çok söylenmeler. Ayrıca, yolda adım başı karşılaştığım köfteci ağırlıklı tesisler de büsbütün keyfimi kaçırmıştı. Tam milli parka girerken yol düzeldi ama kapıdaki görevli milli park içinde gezilip görülecek doğa güzelliği olmadığını söyleyince donakalmıştım. Yosemite ulusal parkı değildi tabi burası. Yine de girmiştim. Orman görüntüsü nefisti ama oteller bölgesine geldiğimde inanın gezip görülecek birşey olmadığını gördüm. Görevli doğruyu söylemişti. Tabi şu gerçeği de düşünmek gerek. Kaç kişi gerçekten benim gibi “katıksız” doğa ile başbaşa bir süre geçirmek için oraya gelmeyi düşünürdü ki?

     İlerledikçe ve yukarı doğru çıktıkça aynı yol devam ediyordu. Bu yol ortalama bir araç genişliğinden biraz fazlaydı. Yolu kimin açtığını sordum. Necati bey vaktiyle Alaçam köyü muhtarının bu yolu açtığını söyledi. Toplam 18 km uzunluğundaki bu yol Alaçamdan Uludağ’ın köylerine ulaşımı sağlayabilmek için yapılmış. O sert iklim koşulları gözönünde bulundurulduğunda yapılmasının hiç de kolay olmadığı söylenebilir. Ayrıca o zahmetli yolu yapacak bütçe de ayrı konu. Yolun bazı bölümleri özellikle eriyen kar sularının etkisiyle engebeli hale gelmişti. Hatta bir yerde yol kenarındaki oldukça büyük, sanıyorum 1 tondan fazla ağırlıktaki bir kayanın, yerinden ayrılarak yola indiğini gördük. Neyseki yolu tamamen kapatmıyordu. Bu arada sağ tarafımızda yükselmemize bağlı olarak giderek artan ve insanı büsbütün büyüleyen bir manzara oluşmaya başlıyordu. Bulutların üstüne çıkmaya başlıyorduk (Şekil 27,28).
Şekil 27. Ormanın içinden yukarılara doğru yükselirken altımızda bıraktığımız bulutlar.


Şekil 28. Aşağıda bıraktığımız bulutlar...
 Çok değil, daha bir hafta önce Trabzondaki yaylaları gezerken Haçkalı baba yaylasında vadi içindeki evlerin hemen altından hareket eden bulutları gördüğümde etkilenmiş ve o konu hakkındaki duygularımı “Kayabaşı Yaylası, Haçkalı Baba Yaylası, Alazlı Yaylası ve Maçka’nınTepeleri” başlıklı yazımda belirtmiştim. İnsanın ayaklarının altında bulutları görmesi inanılmaz haz veren bir duygu. Kendimi bulutların üstüne hissediyorum duygusunu “ayaklarınız yere basarken” tatmak. Bir uçaktaki gibi değil. Dolu dolu. Yanında da mis gibi dağ havasını içinize çekerek. Hem de çiçek açmış kekik kokanından, tazecik. Ancak şunu da açıkça belirtmek isterim ki burada görmüş olduğumuz bulutlu orman manzarası sıradan bir manzara değildi. Necati bey yıllardır buralara çıktığını fakat ilk defa böyle bir manzarayla karşılaştığını söyledi. Bu söylemini de yol boyunca birkaç kez tekrarladı. Fotoğraflar bunu anlatmakta inanın yetersiz kalıyor. Panoramik olarak tüm ormanın altında ufuk hattına kadar masif uzanan bulutlar hakimdi (Şekil 29). Sürekli durup o manzaranın fotoğrafını farklı yüksekliklerden çekmek ve ona uzun uzun bakmak istiyorduk. Bu parayla satın alınabilecek birşey değil dedim. Dünyanın en mutlu insanı o sırada bendim. Beni bulutların üstüne çıkaran bu zarif insana ne kadar teşekkür etsem azdı. Bunun gerçekten hiçbir bir bedeli olamazdı...


Şekil 29. Bir mola sırasında altımızdaki orman manzarası ve Necati Güleç bey.
Henüz daha yolun üçte biri gibi bir mesafeyi katetmiştik. Bir mola verdik. Burası aslında biraz genişçe bir açıklığı olan bir yerdi ve Necati bey buranın Yayladere mevki olarak adlandırıldığını söyledi. Yol boyunca kayaların arasından kendine yol açmış birçok su kaynağı görüyorduk. Necati bey bu küçük su kaynaklarının dağların yamaçlarında bulunan bu ormana ulaştığını ve bu sayede bu kadar canlı olduğunu söyledi. Bu su kaynaklarının bazılarını uzaktan çok net seçemiyordunuz. Örneğin yolun biraz ilerisinde sağımızda kalan bir tepe gösterdi. Bu tepe çıplak kayadan oluşan Uludağ bölümünün hemen altında yer alıyordu. Hocam tepeden sızan suyu görebiliyor musunuz diye sordu. Sormasa ilk bakışta seçemeyebilirdim. Baktım, evet dedim. Şimdi aşağıya bakın dedi (Şekil 30,31). Bir ırmak vardı. Bu su size az gibi gelebilir ama aşağıda Deliçay şelalesinden akan su buradan geliyor dedi. Topraktan sızan suyun cılız gibi görünmesi şelaleden akan debili su ile bir izafi zıtlık oluşturabilir zihninizde. Ancak genelde ilk kaynaklar sanırım böyle gösterişsiz oluyor. Örneğin


Şekil 30. Fotoğrafın ortasındaki tepeden sızan su.
Şekil 31. Bu su biraz aşağıda ağaçların altından akan bir ırmağa dönüşüyor.
 
Şekil 32. Ormanlık bölgenin üstünden geçerken...
Sinop erfelek şelalerinin ilk kaynak yeri de gösterişsiz cılız bir yer ama aşağılarda oldukça görkemli şelaleler oluşturabiliyor.

            İlerliyoruz. Rakım 1700-1800 metrenin biraz üzerine çıkıyor. Bir yanımızda giderek aşağıda kalan ormanlık bölge (Şekil 32) tüm güzelliğiyle görünürken biz yolumuza devam ediyoruz. Bu rakımdan ulaşacağımız 2300 m civarına kadar, ki buna Subalpin kuşak deniyor,  bodur çalılar ve açık mera toplulukları ağırlıkta olmak üzere, yüksek arazi fundalık bitki örtüsü tipleri görülüyor. Aslında 18 km yol ama yol düzensiz olduğu için yavaş ilerliyoruz. Ben aslında bu durumdan hiç şikayetçi değilim ve keyfime diyecek yok, çünkü manzara harika. Bu arada, yükselirken bazı vadilerde oldukça ilkel şekilde yapılmış “tesisler” görüyoruz (Şekil 33). Necati bey Uludağ’ın eteklerindeki bu vadilere bazı kişilerin koyunlarını getirdiklerini ve otlattıklarını söyledi. Tabi buraya uzaktan geliyorlarmış ve uzunca bir süre kalıyorlarmış. Herhalde koyunlar buralarda oldukça besili oluyordur. Özellikle baharın geldiği Haziran ayında


Şekil 33. Küçükbaş hayvancılık yapılan bir alan.

Uludağ’ın eteklerinde çimlerin arasında kekiklerin mosmor çiçekleriyle neredeyse her yerde olduğunu düşünürseniz, buna bir de tertemiz su kaynaklarını katarsanız bu hayvanların bölgede sizlerden daha iyi şekilde beslendiğini anlarsınız. Bu şekildeki yapılardan yol boyunca birkaç tane gördük. Hatta bir tanesinde “Ali baba yaylası” diye bir tabela bile vardı. Tabi ki öyle birşey yoktu. Tamamen hayal ürünü. Zaten vadinin de üstünde kurulmuştu.

            Biraz ilerleyince Necati bey yolda daha önceden bir tanesini göstermiş olduğu sol tarafımızda kalan tepelerin ikisini de işaret ederek, işte soldaki (orman tarafındaki) Manastır tepesi (2400 m) sağdaki de Eğrikar tepesi (2450 m) hocam dedi. Buradaki önemli tepelerdenmiş. Bu tepeler Uludağ’ın zirvesinden biraz uzakta konumdaydılar ve tepelerinde çıplak kaya mevcut değildi (Şekil 34). 
Şekil 34. Geride bıraktığımız yola (sol taraf) bakınca Manastır ve Eğrikar tepeleri yanyana görünüyor.
Ayrıca Manastır tepesinin eteklerinden aşağıya doğru süzülen suyu da görebilirsiniz. Bu su geldiğimiz yola kadar ulaşıyordu. Necati bey, Manastır tepesinde harabe halinde bir manastır kalıntısı olduğunu söyledi. Ben özellikle bu tip harabeleri duymaya hiç şaşırmıyorum. Karadenizde dolaşırken bu şekilde tanınmaz hale gelmiş bir çok kilise gördüm. Hatta bazılarını tanımakta güçlük çektik, çünkü yığıntı halinde taştan ibaret virane halindeydiler. Manastır, Hristiyan mezarları ve Kiliselerden kurtulmak isteyen birçok yobaz, “temellerinde” hazine olduğu haberini yayar. Sonra da hazine avcıları buraları günümüzdeki hallerine getirir. Sıklıkla olan budur ve kimse bunun olmasını engellemez.

İlerlerken yolun diğer tarafında ise artık çok net Uludağ’ın zirvesi (2543 m) görünmeye başlıyor (Şekil 35). Tabi ben ilk defa Uludağ’ın zirvesini çıplak gözle gördüğüm için bunları bana Necati bey söylüyor. Uludağ’ın oldukça künt bir görüntüye sahip zirvesi var. Söylenmese anlamayabilirdim. Yan taraflarındaki tepelere doğru yaklaştıkça normal bir insanın herhangi bir ekipman kullanmadan rahatlıkla zirveye göller bölgesinden tırmanabileceğini anlıyorsunuz. Ben zirveden çekilmiş fotoğraflara baktım. Tabi ki dört bir yanda oldukça geniş bir alana hakim manzara var. Bazen buradan bakıldığında açık havada İstanbul görülüyormuş. Uludağ mitolojide Bithynian olympus (Keşiş dağı) olarak bilinen ve Marmara bölgesinin en yüksek dağı. Başka kaynaklara göre Mysia olympus Dağı olarak da geçiyor. Etimolojik olarak bakacak olursak, Olympos, Yunan mitolojisinde Tanrıların oturduğu kabul edilen ve 2919 m yükseklikle Yunanistan'ın en yüksek zirvesini oluşturan Tesalya bölgesindeki dağın adı. “Bithynian” ise internetten öğrenebildiğim kadarıyla M.Ö. 297-74 yılları arasında batı ve orta Karadeniz arasında uzanan ve sonradan Romalılara geçen Bithynia adındaki eski bir krallıktan muhtemelen köken alıyor. Biz işte onun zirvesine yakın bir yere gideceğiz. Ne ilginçtir ki muhtar zirveye çok yakın, mesela 2300 m civarına kadar yol çıkarmış. Bu sene çok kar yağmadığı için zirve bölgesinde çok kar yok ama yine de öbekler halinde kar hala yamaçlarda görülebiliyor. Çevrede bulut olmamasına karşın zirve ve hemen çevresindeki tepelerden sanki arkada baca varmış gibi sürekli ve izlenebilir bir hızda bulutların yukarı doğru tütmesi fantastik bir görüntü. Evet tam da böyle. Bulutlar yukarı doğru çıkıyor. Sana zirveye yakın olduğunu hissettiriyor. Yani lenticular bulut


Şekil 35. Yolun hemen ilerisine görünmeye başlayan zirve.
olsa tadından yenmezdi fotografik olarak ama bu bile insanı kendine baktırıyor. Ben elimde fotoğraf makinası sürekli buraların fotoğraflarını çekiyorum.
Tabi bu yüksekliklerde artık ağaç kalmıyor ama küçük kümeler halinde bodur çalılara, ardıç ağaçlarına rastlamak mümkün. Necati bey buralara hep Temmuz-Ağustos aylarında çıkmış. Haziran ayında ilk defa çıkıyormuş. Yol boyu zirveye doğru yaklaştıkça toprağı örten zayıf çim örtüsünün üstünde çiçeklere rastlamaya başlıyoruz. Aşağılardan yukarıya kadar birçok yerde kekiğe rastlamak mümkün. Hatta istila etmiş gibi ama buralarda yol kenarlarında papatya da görmeye başlıyoruz. Bunların boyları normalden çok kısa, en fazla yerden 10-15 cm yukarı uzayabilmişler. Taç kısımları oransal bakıldığında o kadar küçülmemiş. Bir bakışta papatya olduğunu anlıyorsunuz. Necati bey buraya bahar gelmiş diyor. Söyledikleri doğruydu, tam da öyleydi. Benim de Rize Kaçkarlara Haziran ayının 3. haftası gitmek isteyişimin sebebi karlı dağ manzaraları ve bölgedeki çiçekleri birlikte yakalayabimekti. İki mevsim bir arada gibi.

            Birazdan Necati bey ATVyi durdurup arkaya bana dönüyor ve diyor ki, hocam Gemlik’in girişinde hani Orhan Veli’nin “Gemlik’e doğru, denizi göreceksin, sakın şaşırma” sözlerini içeren bir tabela vardır ya, şimdi birazdan Kara Göl’ü göreceksiniz. Hemen etrafıma bakıyorum. Ortada göl möl yok. Tekrar hareket edip bir köşeyi dönüyoruz ve aman Allahım o da ne? Gerçekten bir göl var.

Şekil 36. Panoramik Kara Göl.
Hem de zirvenin hemen altında (Şekil 36). Kara Göl (2270 m) gerçekten çok alımlı. Sanıyorum altındaki kayaların yansımasından dolayı rengi oldukça koyu. Buraya dipsiz göl de denirmiş. Her ne kadar ilk bakışta anlaşılmasa da Necati bey gölün derin olduğunu söylüyor. Zirveden eriyen karlar burada birikiyor. Zemin kaya olduğu için su kaybı sadece buharlaşma ile mümkün. Kara Göl adı tek başına sanıyorum birçok kişi tarafından karışıklığa sebep olabilir, çünkü aynı isimde Ordu’da bir Artvin’de iki tane (Borçka ve Şavşat’ta) göl var. Tabi bu beni bildiğim. Kimbilir daha kaç tane vardır Kara Göl.

Biraz ilerleyince cross motorsikletli bir kişiyle karşılaşıyoruz. Necati bey’in eşinin köyünden akrabası bir genç arkadaşıyla yukarıları dolaşmaya gelmiş. Dolaşmaya gelmiş dediğim zirvedeki Starbucks’da kahve içelim diye birşey değil tabi. Burada çok kişiyle karşılaşmayı bırakın hiç kimseyle karşılaşmayı beklemiyordum. Biraz konuşuyorum gençle. Bana yıllarca buralarda çobanlık yaptığını ve buralara sık sık çıktığını söylüyor. Eskiden başka bir aracı varmış. Şimdilerde ise cross motorsiklet kullanıyor. Soruyorum. Memnun musun Kanuni’ni performansından? Evet diyor. Yolda hiç kalmamış. Meğerse bir arkadaşıyla buralara çıkmışlar. Kilimli Göl’ün biraz ilersindeki Buzlu göl’ün kenarında arkadaşıyla da karşılaşıyoruz. Teknik bir arıza yaşıyorlarmış. Necati bey’den ingiliz anahtarı istiyorlar.

            Karagöl’den biraz ileride Kilimli Göl’e geliyoruz (Şekil 37). 
Şekil 37. Panoramik Kilimli Göl.
Göllerin 5 tanesi zaten birbirlerine çok yakınmış. Bu biraz daha büyükçe bir göl ve daha sığ. Biraz daha yukarıda Buzlu Göl’e varıyoruz (Şekil 37-39).  
Şekil 38. Panoramik Buzlu Göl.
Şekil 39. Buzlu göl.
 Yakınında Küçük Heybeli ve Büyük Heybeli diye ki gölden daha bahsetti Necati bey. Yerlerini gösterdi ama sadece çukurları mevcuttu. Kar çok olmadığı için göl formasyonu oluşamamış bu sene. Buzlu Göl ise genelde buzlu olduğu için bu şekilde adlandırılmış. Ancak, biz gittiğimizde öyle değildi ve çok güzel yansımalar oluyordu. Aşağı bıraktığımız Kilimli Göl manzarası da tek kelimeyle nefisti (Şekil 40).


Şekil 40. Buzlu göl yakınlarından Kilimli Göl’e bakış.
             
Kilimli Göl’e yukarıdan bakınca ilerideki bulutlu manzara yine dikkatimizi çekiyor. Bana öyle geliyor ki özellikle kış aylarında günün ilk ışıklarının yükselmeye başladığı saatlarde benzer manzaralar kızıl ışık altında izlenebilir ve çok sık olur. Tabi bir de burada bir gece geçirmek gerek aslında. Yüksek rakım, çok az nem ve bulutsuz bir gecede ufuktan samanyolunun “doğuşunu” izlemek ve tüm gece yıldızların altında geçirmek. Özellikle yaz aylarında 24:00 gibi samanyolu tüm haşmetiyle gökyüzünde görülebilir. Necati bey, bir kez Ağustos ayında gece kalmaya gelmiş buralara. Tabi ne şekildeki bir donanımla geldiklerini bilmiyorum ama çok üşümüşler. Soğuktan uyuyamamışlar.

        Buzlu Göl civarında biraz duruyoruz. Aşağıdaki köyden olan gençlerde bu arada sohbet ediyorlar (Şekil 42). Çevremizde birçok çiçek var ve ben bunların bir kısmını daha önceden görmemiştim (Şekil 43).
Şekil 42. Cross motorsikletleriyle yukarılara çıkan gençler.

Şekil 43.Uludağda karşılaştığım çiçeklerden bir demet!
Arada küçük tatlı sürprizler de olmuyor değil hani. Mesela size göz kırpan bir “forget me not” (myosotis sylvatica) çiçeği görmek gibi. Necati bey bu aylarda buralara gelmediği için bu kadar çiçek görmeye biraz şaşırıyor ve başlıyor çiçeklerle ilgilenmeye. Ben de arada bunların fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum ama yanıma 100 mm macro lensi almadığım için fotoğraflar çok alımlı değil. Burada öyle ilginç küçücük öbekler halinde yaşayan çiçekler var ki sanıyorum bazılarının ömürleri bir veya birkaç gündür (Şekil 44). Soğuk ve muhtemelen sert rüzgarlı gecelerden korunmak ve tahminim enerji tasarrufu sağlayabilmek için kısa boy, küçük yaprak, küçük çiçek tipik özelliklerinden buradaki bazı türlerin. Ayrıca bazı türler bazı dönemlerde görünüyor olabilir diye düşünüyoruz. Mesela, Necati bey daha önceden buralara geldiği Temmuz-Ağustos aylarında hiç çiçek görmemiş. Çıplak arazi ve üzerinde biraz çalı ve ot. O kadar.

Buradaki birtki örtüsüne birazcık değinelim. Uludağ bu konuda oldukça isim yapmış bir bölge, bir arboretum adeta. Şöyle ki, dünya üzerinde sadece ülkemizde yetişen yani endemik bitki türlerinden 78’i Uludağ’da bulunuyor. Bunun ötesinde dünyada sadece Uludağ’da görebileceğiniz çiçek ve bitki türü sayısı ise kimi kaynaklarda 31 kimisinde 33 olarak geçiyor. Prof. Dr. Gönül Kaynak’ın “Uludağ’ın bitki örtüsü” başlıklı makalesinde bu bölgeden bugüne kadar floristik gezilerde 791 bitki türünün yetiştiğinin belirlendiğini, ancak bu sayının 1000’in üzerine başka çalışmalarla çekileceğini okudum. Uludağ’ın sahip olduğu iklimsel ve arazi özelliklerine göre farklı vejetasyon katmanları oluşmuştur. Şanslıyız ki bizim seyahatimizde de


 
Şekil 44. Bu fotoğraftaki çiçeklerin bulunduğu topluluğa bakılacak olursa bazı çiçeklerin solduğu bazılarının ise henüz yeni açtığı anlaşılabilir. 
gördüğümüz alpin kuşakta yetişen ve Uludağ endemiği olan sarı jensiyan (Gentiana lutea) üzeri glazürlü gibi parlak görünen bir çiçek (Şekil 44). Uludağ’ın batı kesimlerindeki yaylalardan biri olan Keten yaylasında ise endemik keten türleri açarmış. Bizim bulunduğumuz mevkiden farklı olarak buradaki dere yataklarında söğüt, kavak, çınar ve kızılağaç görülürmüş. Ayrıca, Soğukpınar’ın üst kısımlarında bulunan Aras yaylası ve vadisinde ise endemik sığır kuyruğu, kudüs adaçayı, gelincik, kekik, menekşe, orkide, tükrük otu ve çiriş otu sayılan türler arasında yer alıyor. 
Şekil 45. Gentiana lutea ile kaplı bir yamaç.
             Buzlu göl civarında gölleri unutup, çiçeklere ilgimiz yönelince bir anda gezimizin kavramı değişiyor ve çevremizde başka türlerin arayışına giriyoruz. Burası bir çiçek cenneti gibi. Hep sanki ben de burdayım diye size el sallıyor. Gerçekten de bulunduğunuz yerden biraz farklı bir yöne gidince bir öbek halinde başka bir tür görüyorsunuz.

            İlerliyoruz. Bundan sonraki durağımız Aynalı Göl (Şekil 46). 
Şekil 46. Aynalı Göl.
Şekil 47. Bir su kaynağının kenarında karşılaştığımız çiçekler.

Bu da bir başka güzellikte ama benim favorim Buzlu göl oldu. Aslında Aynalı göle bu isim verilmesinin sebebi burada çok güzel yansımaların olması. Ancak, ben o şekilde yansımaya şahit olamadım. Bu arada şu gerçek ki daha önceden gittiğimiz gibi artık gidemiyoruz, çünkü yol boyunca durup daha önceden görmediğimiz başka çiçeklere bakıyoruz. Çiçekler buraların çocuğu olan Necati bey’in oldukça ilgisini çekiyor ki aralarında oldukça zaman geçiriyor. Burada da bir önceki bölgede görmediğimiz başka türler görüyoruz. Şaşırtıcı ama gerçek. Gideceğimiz göller burada bitiyor ve Necati bey geldiğimiz yoldan farklı bir yoldan geri dönmeyi öneriyor. Ben zaten zevkten küp gibi olmuşum farkeder mi? İlerlediğimiz yolda daha da fazla çiçek görmeye başlıyoruz. Artık bu çiçek olayı inanın öyle bir hal alıyor ki anlatamam. Ben bu kadar farklı çiçek türlerini bir arada hiç görmemiştim (Şekil  47). Aşağılara doğru yaklaştıkça tekrar ormanı görmeye başlıyoruz. Burada da çok güzel orman manzaraları var (Şekil 48). 
Şekil 48. Ormanlık alana yaklaşırken. Altta görülen Uludağ gelinciği.
Artık ormanın içine giriyoruz (Şekil 49). Karşımızda ileride altında girmemiz gereken bulut ve fanilerin dünyası var. Napalım? Bu kadarı bile harikaydı demekten başka çaremiz yok. Necati beyle once eşinin sonrada Alaçam’a hemen komşu olan köyün içinden geçtikten sonra tesislerine varıyoruz. Oğlu bana nasıldı diye soruyor. Tabi neler söylediğimi tahmin edersiniz. Bu arada ahuhuduların bahçelerde olgunlaşmış olduğunu ve bahçede toplayanları görüyorum. Aşağıdaki çardaklarda oturalım diyor. Biraz oturup dinlendikten sonra müsaade istiyorum. Her zamanki gibi beni elim boş göndermiyorlar (Şekil 50).


Şekil 49. Ormanlık alana girerken.


 
Şekil 50. Necati beyin eşi ve oğlu bana götürmek üzere Ahuhudu hazırlayıp verdiler.
Beni bulutların üstüne ve gerçekten harikalar diyarına çıkaran bu insana ne kadar teşekkür etsem azdır. Bana bu güzel sürprizi yapan Necati beye ben de bir sürpriz yapacağım. Devamı gelecek…