21 Nisan 2014 Pazartesi

Bursa/Alaçam Köyü


Alaçam Köyü: Bursadaki Artvin?
            Nisan 2014’de gerçekleşen Bursa Dişhekimleri Odası’nın toplantısına giderken, en az 20 yıldır gitmemiş olduğum Bursa’nın İnegöl ilçesi yakınlarında, eteklerinde yemyeşil ağaçların bulunduğu karlı dağ manzarası beni büyüledi. Bir de karlı tepelerinden salınarak sarkan sisli bulutlar yok muydu? Gel diyordu orası, gel. Tamam! dedim, söz. Dönüşte mutlaka bir köy yolu bulup o karlı dağlara doğru çıkmaya karar verdim. Toplantıdan dönerken Bursa Dişhekimleri Odasında görevli Dr. Serdar Alnıaçık, gitmek istediğim bölgeyi söylediğimde, bana İnegöl’e 30 km kadar uzaklıktaki Alaçam köyüne gitmemi tavsiye etti. Serdar bey, Dr. Alper Altay ve Dr. Tahsin Demir’le birlikte “tamam senin işini hemen halledeceğiz koçum” çabasıyla organize olup, bana harika bir yol bilgisi hazırladılar. Öyle ki, sonrasında gideceğim yeri elimle koymuş gibi buldum. Serdar Bey, gideceğim köy hakkında bilgi verirken Artvinden göçmüş olan bir kişiye beni yönlendireceğini söyledi. Kendisini tanıyordu. Sana rehberlik yapar, iyi insandır. Yukarılarda göller var seni oralara çıkarır dedi. Göller??? Hemen topukladım...
            Hazırlanıp hemen yola çıktım. Ankara yönüne doğru ilerlerken, Kestel Çimento (Eski Bursa Çimento) kavşağından saparak, dağ yönüne doğru ilerledim. Burası eski İnegöl yolu olarak geçiyordu. Çimento fabrikasına doğru yol aldım (sola saptım). 
 Biraz ileride yol boyunca sürecek bir bahar şenliği beni karşıladı. Yolda her tarafta kır çiçekleri açmıştı. Hatta gelincikler bile açmaya başlamıştı. Her taraftan kuş sesi geliyordu. Neredeyim ben yahu dedim? Arabamın camını sonuna kadar açıp dışarıdan sürekli gelen kuş sesleri eşliğinde, tertemiz havayı da soluyarak köy kavşağına doğru gittim. Yoldaki manzaralar öylesine güzeldi ki sık sık durup fotoğraf çektim. Sağ tarafımda eteklerinde kar olan dağlar ve altında yemyeşil olmuş ağaçlar. Kış ve bahar aynı kadranda. Bu manzara şöleni, baharın dağın eteklerinden nasıl başlayıp yukarı doğru çıktığını ne güzel anlatıyordu (Resim 1-4). 



Resim 1 ve 2. Alaçam köyü yol sapağına doğru ilerlerken yol boyu sağ taraftaki dağ manzarası.


Resim 3. Yol boyunca açan kır çiçekleri arasındaki gelincikler.
 
Resim 4. Kestel Çimento fabrikası.
Alaçam köy yoluna saptıktan hemen sonra, Dr. Serdar Bey’in bizzat arayıp benim geleceğimi söylediği ve bana da telefonunu verdiği Necati Güleç beyi daha fazla ilerlemeden aramak istedim. Yol ayrımındaki tabelada köye varmam için daha 7 km yol olduğu zaten yazıyordu ama ben yollarda, hele hele köy yollarında sık sık kaybolduğum için hemen ileride Serdar Bey’in bahsettiği o büyük ağacın gölgesinde durarak beyfendiyi aradım (Resim 5 ve 6). Biz de sizi bekliyoruz, köye girerken sağda büyük sarı bir ev var. Masklavi. Oraya buyrun dediler. 



Resim 5 ve 6. Alaçam köy yolu ayırımı ve hemen ilerideki büyük ağaç.
Yola devam ettim. Keyfime diyecek yoktu. Sanki kendimi Karadenizdeymişim gibi hissediyordum nedense. Bitki örtüsü biraz farklıydı ama sanki Karadeniz kokuyordu burası. Nem oranı bile aynıydı. Yok, yok, Karadenizdi canım. Sanki mekan altımdan kaymış Bursa’dan hoop Karadenize gitmiştim. Kıvrıla kıvrıla dağa doğru çıkan bir yol izliyordum. Yolda kademeli bir şekilde durup fotoğraf çektim (Resim 7).

 
Resim 7. Dağlara doğru uzanan köy yolu.

Yükseliyordum ve bundan tıkanan kulaklarımı sık sık açmak durumunda kaldım. Kısa bir süre sonra Necati bey beni aradı. Merak etmişti. Konuştuk, birkaç dakikalık yolum kalmıştı. Derken hemen ileride bahsettiği sarı evi gördüm (Resim 8). İlerledim. Burası bir ev değildi. Bir köy için oldukça büyük sayılabilecek bir tesisti. Tam arabayı parkettiğim sırada gülümseyerek bana doğru ilerleyen bir adam  gördüm. Necati beydi (Resim 9). Ayaküstü biraz konuştuk. Asıl mesleği Diş Teknisyenliğiydi. 37 senedir mesleğini yürütüyordu ve buradaki tesisin bir bölümünde mesleğini butik bir konseptte yürütmeye karar vermişti. Doğanın tam içinde. Şanslıydı. Keşke biz de yapabilsek dedim. Bana tesisi biraz tanıttı, oğlu  işletiyormuş. Eşi ile de tanıştık. Her haliyle huzurlu bir aile ve güleryüzlü bir işletme idi. Konaklama yerleri de
Resim 8. Uzaktan Necati bey’in tarif ettiği ev.

Resim 9. Necati Güleç.

yapılmakta olan tesis, tüm çevreye hakim bir tepenin üstündeydi. Manzara harikaydı. Birçok insan vardı ve büyülenmiş gibi tesisin etrafındaki muhteşem manzaraya bakıyorlardı (Resim 10).
Resim 10. Tesisin bahçesinde dağ yönüne doğru bir bakış.

Bu bilgileri özellikle paylaşmak istedim. Bu tip yerlerde konaklama konusu ve kalitesi önemli. Ben yayla yayla, köy köy gezmeye çalışan bir insan olarak en çok kaygılandığım konulardan biridir konaklama. Acaba bir köye gitsek nerede kalabiliriz? Ya aynı gün geri döneceğiz, ya arabada uyuyacağız, ya da göçebe çadırı. Çadır tecrüben yoksa, sanki hep iki seçeneğin var ve sen genlerindeki sözde kalender ruh ve süt oğlanlıkla birincisini tercih ediyorsun. Dolayısıyla, aynı yerin devamındaki bir başka yere dikiş diker gibi gidip gelerek ilerliyorsun. İş uzuyor. Böyle yayla ve köy turizmi olmaz diyorsun ve haklısın. İşte bulunduğum tesiste buna çözüm bulunması bu eksende gerçekten önemliydi. İşletme kalitesi de önemli bir konu tabii ki. Çok değil, buraya gelmeden iki hafta önce heyecanla gittiğimiz Perşembe yaylasındaki dışarıdan dağ evleri gibi görünen tesiste, her ne kadar yatak yorgan temiz olsa da geçirdiğimiz bir gecenin ardından sabah 8:30 da hala tüm çalışanların uyuyor olması ve kahvaltı edemeden oradan ayrılmamız bizim açımızdan problem değildi ama oraya gelip konaklamak isteyen turistler için şüphesiz kabul edilemez bir işletme hatasıydı. Alaçam köyündeki bu tesiste ise durum böyle değildi. Olabildiğince özenle yapılmaya çalışılıyordu herşey. İşte insan bunları görüp karşılaştırınca, ister istemez düşünüyor. Gerek kültürel dokunun korunması gerekse de yayla ve köy turizminin yaygınlaştırılması açısından keşke devlet bu tip girişimci köylülere destek verebilse ve sık sık denetlese.
Bana hemen kendilerinin ürettikleri ahudududan yaptıkları nefis bir şerbet ikram ettiler. Yani bir "wellcome reception" gibi birşey oldu. Kalabalıktı. Hemen oracıkta bir Ordu’lu ile de karşılaştım (Bu arada ben Ordu'lu değilim). Sanki tüm Karadenizliler toplanmıştı yahu. Necati bey bölge hakkında kısa bir bilgi verdi. Göllere gitmek istediğimi söyledim. Bulunduğumuz yer ortalama 1100 m civarındaydı. Göller ise 2200- 2300 m civarındaymış. Gördüğün dağların arkasında ve oralarda hala 2-2.5 m kar var. Şimdi değil en erken Haziran’da gidilebilir dedi. Kısmet değildi. Yapacak bir şey yoktu. Onun yerine beni bölgede gezdirmeyi ve oradaki şelaleye götürmeyi önerdi. Burada şelale olduğunu bilmiyordum. Harika! Hemen yola koyulduk. Şelaleye giderken köyün içinden geçtik (Resim 11).
Resim 11. Alaçam Köyü.

Bölgeye gelen ilk köy büyükleri, Ataları, Artvin’den göçmüşlerdi ve Gürcü kökenlilerdi. Tamam dedim. İşte Bursa’da Artvin. Artvin gibi bir yer aramışlar yaşamak için ve burayı seçmişler. Her iki yeri de görmüş bir insan olarak, başka dünya arayışındaki insanoğlu’nun bir başka galakside dünya benzeri bulduğu gezegendeymişsin gibi oluyorsun. Sanki bir yansıma gibi. Köy 100 haneliymiş ve 600 civarında bir nüfüs  mevcutmuş. Yaş ortalaması 50 üstündeymiş ve gençlerin büyük bir kısmı şehirde bulunuyormuş. Özellikle yaz aylarında köye gelenlerle nüfüs 1200 civarına yaklaşıyormuş. Meslek gereği olsa gerek dikkatimi hemen çeken şeylerden biri her yerin temiz ve düzgün olmasıydı. Bu kısmı Karadenizden biraz farklıydı işte. Necati bey vaktiyle köyde büyük bir yangın olduğunu ve eski geleneksel mimariyle inşa edilmiş evlerin büyük bir kısmının yandığını söyledi. Yeni yapılan evler gerçekten de betonarme yapılardı ama benim Karadenizde Ordu’dan Hopa’ya kadar gördüğüm evlerden farklı olarak dış kısımları tamamen sıvalı ve boyalıydı. Karadenizde ise geleneksel görünüm alt kat boya, üst kat sıva, onun da üstündeki kat tuğla. Şanslıysa da evde bir çatı. Yoksa üstünden demirler fışkıran kolonlar. Bir başka farklılık ise yerleşimdeydi. Karadenizde aynı aileye ait bireylerin bile evlerinin aynı tepenin birbirini görmeyecek kısımlarında yapıldıklarını görürsünüz. Sanki küs gibiymişler gibi. Ayrıca bu dağınık yerleşim şeklinde mezarları da evlerinin bahçesinde olur, filanca mezarlıkta değil. Burada köy içinde sadece köy büyüklerinin bulunduğu geleneksel bir mezarlık vardı. Binalar ise neredeyse hep bir araya inşa edilmişlerdi. Sanki semt gibiydi. Köyün min evvelinden min ahirini bilen ve doğa dostu olan bu güzel insan beni köyde dolaştırırken, Orta ve Doğu Karadeniz mimarisinin izlerini derinden taşıyan iki tane geleneksel ev gösterdi. Bir tanesi metruk durumdaydı ve sahibi tarafından kendi kendine çökmeye öylece bırakılmıştı. Korunma altına alınması gerek dedim. Belli ki o da çok üzgündü. Yapacak bir şey yoktu (Resim 12).
Resim 12. Köydeki metruk klasik Karadeniz yayla evi. Alt kısmı taş, üst bölüm ahşap.
Yol boyunca çubuklar tarafından desteklenen kısa fidanlar görüyordum. Bahçeler çok düzgün ve özenli görünümdeydiler. Köylü geçinimi temelde Ahududu’dan sağlıyordu (Resim 13). Vaktiyle aşılama yapılarak üretmeyi başarmışlardı ve şimdi gelir kaynaklarıydı. Ayrıca böğürtlen de üretiyorlardı. İçimden bravo dedim. Budur! Tertemiz tarım işte... daha ne olsun. Devlet desteği alıp almadıklarını sordum. Destek almadıkları gibi birkaç sene önce Sırbistan’dan (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) ahududu ithal edildiğini ve o zaman zaten kilosunu 4 liraya satabildikleri ürünlerini 2.75 liraya satmak zorunda kaldıklarını öğrendim. Üzüldüm. Bu arada gezerken çiçek açmış Kara lahanalar gördüm. Burada da Karadenizliler gibi vazgeçilmezdi. İlerledik... Şelaleye yaklaşınca yol kenarına arabamızı bırakıp yürümeye başladık. Tam o sırada bir grup genç gördük. Şelaleyi arıyorlarmış, fotoğraf çekmek için. Hepimiz Necati bey’in rehberliğinde şelaleye doğru ilerledik. Ben yine klasik sorumu sordum. Buralarda HES var mı? Aşağılarda var dedi. Hiç şaşırmadım dedim. Nerede akan su, orada HES mutlaka olmalıydı sanki. Şelalenin ismi Deliçay şelalesiydi, Deliçay nehrinin devamı olduğu için. Şelaleye yaklaşırken kısa bir patikayı takip edip indik. Bu sırada şelalenin sesini duyabiliyorduk. Herhalde 7-8 m civarında bir şelale

Resim 13. Ahududu bahçeleri.

olsa gerek, sesi öyle geliyor dedim. En fazla o kadardır dedi. Sonunda gördük. Bir içim suydu. Anladım, ben şelaleleri seviyordum arkadaş. Deliçay şelalesi kademeli bir şelaleydi. Bana kalsa birkaç saat burada kalır o kıvrılarak akan sevgiliyle birlikte olurdum. Ancak zaman sınırlamasından dolayı sadece üst bölümünden birkaç fotoğraf çektim (Resim 14,15). Kendi havuzu da vardı ve bu da ayrı bir dişilik katıyordu. Gerçekten çok estetikti. Necati bey suyun azaldığını söyledi. Bu sene az kar yağmış ve bundan dolayı debisi nispeten daha azmış. Özellikle yaz aylarında şelalenin tamamen kuruduğunu söyledi. Şelalenin üstünden köprü gibi geçen ve aşağıdaki köye sulama suyu getirmek için döşenmiş olan borular, hem oradaki doğa harikasının estetiğini bozuyordu hem de suyun azalmasına ciddi katkıda bulunuyordu. Keşke su ihtiyacı için başka bir kaynak bulunsaydı ve doğru düzgün bir güzergah yapılsaydı. Çünkü şelale köydeki turistik bir doğa harikasıydı. Korunmalıydı.


Resim 14 ve 15. Deliçay şelalesi.
Dönerken başka bir yoldan dolaşarak gitmeyi önerdi. Bu arada aklıma takılmıştı. Tesisin ismi çok değişik gelmişti. Nedir Masklavi diye sordum. Gürcüce Yıldız demekmiş. İlerledik. Nazo abla’nın yeri diye geçen bir mesire alanına geldik. Arabayı kenara çekmemi önerdi. Buradan da fotoğraf çekebilirsin dedi. Burası bizim piknik alanımızdır diye belirtti. Aşağıda top oynayan çocuklar ve hemen ileride davullu zurnalı göbek atan bir topluluk vardı (Resim 16). Aklıma bir an için takıldı, Artvin’de zurna olmaz yahu dedim. Necati bey’e sizde tulum var değil mi? diye sordum. Hem tulum hem de akordiyon var dedi. Oradakiler yabancıymış. Kendi kültürüne çok bağlıydı Necati bey, besbelli. Severim böyle insanı. Bu arada ben hala Artvin’den gelen ataları nasıl olurda Bursa’da burayı bulmuşlardı diye düşünüyordum. Hala hayret ediyordum. Son 2.5 senedir sürekli orta ve doğu Karadeniz’i mekik gibi 35.000 km’den fazla dolaşmış bir insan olarak ben bile ilk geldiğimde kendimi resmen Karadeniz’de hissetmiştim. Üstelik mimari doku ve kültür olarak da olabildiğince geleneksellik hakimdi.
Resim 16. Nazo ablanın yerinde oynayan bir grup insan.
Tesise geri döndük. Acıkmışsınızdır, size birşeyler hazırlatayım dedi. Bölgede alabalık üretiliyordu. Hatta derelerde doğal kırmızı beneklı alabalık bile vardı. İsterseniz alabalık, isterseniz köfte ikram edeyim diye sordu. Ben de geleneksel birşeyler rica ettim. Dışarıdaki manzara nefisti (Resim 17). Eşinin yapmış olduğu mis gibi cevizli börek, cevizli ekmek, mıhlama ve ahudu reçelinin de bulunduğu bir sofra açtılar. Oralarda ceviz de yetişiyormuş ve ondan kullanmışlardı börekte. Eşinin yaptığı yemeklerden ne kadar naif bir insan olduğu belliydi (Bu son cümlemi düşünün). Bende böyle ilginç şeyler vardır. Benimle takılanlar bilir. Bir yemeği bazen erkek mi kadın mı yapmış, kaç yaşında falan hemen bilirim. Mutlaka farklıdır ve belli eder. Bu arada restoran bölümündeki

Resim 17. Restoran içinden manzaranın bir bölümü.
manzara inanılmazdı. Gemlik körfezi bile görünüyordu. Ben Karadeniz’in birçok yerinde mıhlama yemiştim. Sıcacık gelmişti, çok lezzetliydi. Herhalde fırında yapmıştı eşi. Bu biraz farklıydı diğerlerinden. Daha ziyade tereyağında eritilmiş bir cins peynire benziyordu. Hemen sordum. Mısır unu kullanmıyor musunuz? Hayır biz kullanmayız dedi Necati bey. Biraz düşününce kendimce bir bağlantı kurdum ve kendisiyle paylaştım. Ordu’daki mısır unu (fırınlanmış veya fırınlanmamış) konsantrasyonunu standart olarak kabul edecek olursak, Rize’ye doğru gittikçe yediğim mıhlama (veya kuymak) içindeki mısır unu miktarı azalıyordu (Resim 18 ve 19).
Resim 18. Trabzon Maçka’da yediğimiz fırınlanmış mısır unu ile yapılmış klasik mıhlama.
Geçtiğimiz sene (2013) Temmuz ayında Ayder yaylasındaki bir hotelde (Liligum) kaldığımız zaman işletmecisi olan bayan bize sabah kahvaltısında gerçekten mükemmel bir mıhlama yapmıştı. Tıka basa yemiş, küp gibi olmuştuk. Yemek yapmaya meraklı ben, hemen öğrenmiştim raconu. Konumuzla ilgili kısmı onun koyduğu mısır unu miktarı Trabzon’da Sümela manasırına giderken yolda yediğimkinden de az olmasıydı. Acaba doğuya gittikçe mıhlamadaki mısır unu oranı azalıyor muydu? veya mısır unu kullanmıyorlar mıydı? Necati beyin eşi -kendi sırları olduğunu düşündüğüm için paylaşmıyorum- zahmetli bir prosedürden geçirerek sütten özel bir cins çökelek üretiyor ve mıhlamayı da nispeten daha zahmetli bir yöntemle hazırlıyordu. Tabi
 
Resim 19. Alaçam köyünde yediğim mıhlama.

Resim 20. Tesisin ocaklarından.
tereyağında. Ne diyeyim? Buraya gelip yemek gerek. Ayrılmadan mutfaklarını ziyaret edip eşine teşekkür etmek istedim. Mutfakta Karadenizde çok sık kullanılan ocaklardan vardı (Resim 20). Bu ocaklar genellikle kısa olup, döküm veya saçtan ihtiyaca göre üretiliyorlar. Sıklıkla odun ile ısıtılırlar. Bazen soba bazen de ocak niyetine kullanılıyor. Tüm bu buram buram Karadenizdeymişsiniz havasını yaşadıktan sonra esas en ilginç bilgiyi en sona bıraktım... Bu insanlar Karadenizdeki kültürü yaşatıyorlardı ama Artvin’e hayatlarında hiç gitmemişlerdi! Ankara’ya dönmek için izin istediğimde bana kendi yaptıkları Armut pekmezi, erişte ve tarhanadan verdiler. Bir de koştura koştura arkamdan  buğdayla beslenmiş tavuğun köy yumurtası! Aklımda yukarıdaki gölleri Haziran’da görmek için dayanılmaz bir istekle büyülenmiş olarak köyden ayrıldım.