Alaçam Köyü: Bursadaki Artvin?
Nisan 2014’de gerçekleşen Bursa
Dişhekimleri Odası’nın toplantısına giderken, en az 20 yıldır gitmemiş olduğum
Bursa’nın İnegöl ilçesi yakınlarında, eteklerinde yemyeşil ağaçların bulunduğu karlı
dağ manzarası beni büyüledi. Bir de karlı tepelerinden salınarak sarkan sisli
bulutlar yok muydu? Gel diyordu orası, gel. Tamam! dedim, söz. Dönüşte mutlaka
bir köy yolu bulup o karlı dağlara doğru çıkmaya karar verdim. Toplantıdan dönerken
Bursa Dişhekimleri Odasında görevli Dr. Serdar Alnıaçık, gitmek istediğim
bölgeyi söylediğimde, bana İnegöl’e 30 km kadar uzaklıktaki Alaçam köyüne
gitmemi tavsiye etti. Serdar bey, Dr. Alper Altay ve Dr. Tahsin Demir’le
birlikte “tamam senin işini hemen halledeceğiz koçum” çabasıyla organize olup,
bana harika bir yol bilgisi hazırladılar. Öyle ki, sonrasında gideceğim yeri elimle
koymuş gibi buldum. Serdar Bey, gideceğim köy hakkında bilgi verirken Artvinden
göçmüş olan bir kişiye beni yönlendireceğini söyledi. Kendisini tanıyordu. Sana
rehberlik yapar, iyi insandır. Yukarılarda göller var seni oralara çıkarır
dedi. Göller??? Hemen topukladım...
Hazırlanıp hemen yola çıktım. Ankara
yönüne doğru ilerlerken, Kestel Çimento (Eski Bursa Çimento) kavşağından
saparak, dağ yönüne doğru ilerledim. Burası eski İnegöl yolu olarak geçiyordu.
Çimento fabrikasına doğru yol aldım (sola saptım).
Biraz ileride yol boyunca sürecek bir bahar şenliği beni karşıladı. Yolda
her tarafta kır çiçekleri açmıştı. Hatta gelincikler bile açmaya başlamıştı.
Her taraftan kuş sesi geliyordu. Neredeyim ben yahu dedim? Arabamın camını
sonuna kadar açıp dışarıdan sürekli gelen kuş sesleri eşliğinde, tertemiz
havayı da soluyarak köy kavşağına doğru gittim. Yoldaki manzaralar öylesine
güzeldi ki sık sık durup fotoğraf çektim. Sağ tarafımda eteklerinde kar olan
dağlar ve altında yemyeşil olmuş ağaçlar. Kış ve bahar aynı kadranda. Bu
manzara şöleni, baharın dağın eteklerinden nasıl başlayıp yukarı doğru çıktığını
ne güzel anlatıyordu (Resim 1-4).
Resim 1 ve 2. Alaçam köyü yol sapağına doğru ilerlerken
yol boyu sağ taraftaki dağ manzarası. |
Resim 3. Yol boyunca açan kır çiçekleri arasındaki gelincikler. |
Alaçam köy yoluna saptıktan hemen sonra, Dr. Serdar Bey’in bizzat arayıp
benim geleceğimi söylediği ve bana da telefonunu verdiği Necati Güleç beyi daha
fazla ilerlemeden aramak istedim. Yol ayrımındaki tabelada köye varmam için
daha 7 km yol olduğu zaten yazıyordu ama ben yollarda, hele hele köy yollarında
sık sık kaybolduğum için hemen ileride Serdar Bey’in bahsettiği o büyük ağacın
gölgesinde durarak beyfendiyi aradım (Resim 5 ve 6). Biz de sizi bekliyoruz, köye
girerken sağda büyük sarı bir ev var. Masklavi. Oraya buyrun dediler.
Resim 5 ve 6. Alaçam köy yolu ayırımı ve hemen ilerideki büyük ağaç. |
Yola devam ettim. Keyfime diyecek yoktu. Sanki kendimi Karadenizdeymişim
gibi hissediyordum nedense. Bitki örtüsü biraz farklıydı ama sanki Karadeniz
kokuyordu burası. Nem oranı bile aynıydı. Yok, yok, Karadenizdi canım. Sanki
mekan altımdan kaymış Bursa’dan hoop Karadenize gitmiştim. Kıvrıla kıvrıla dağa doğru çıkan bir yol izliyordum. Yolda kademeli bir
şekilde durup fotoğraf çektim (Resim 7).
Yükseliyordum ve bundan tıkanan kulaklarımı sık sık açmak durumunda kaldım.
Kısa bir süre sonra Necati bey beni aradı. Merak etmişti. Konuştuk, birkaç
dakikalık yolum kalmıştı. Derken hemen ileride bahsettiği sarı evi gördüm
(Resim 8). İlerledim. Burası bir ev değildi. Bir köy için oldukça büyük sayılabilecek
bir tesisti. Tam arabayı parkettiğim sırada gülümseyerek bana doğru ilerleyen
bir adam gördüm. Necati beydi (Resim 9).
Ayaküstü biraz konuştuk. Asıl mesleği Diş Teknisyenliğiydi. 37 senedir mesleğini
yürütüyordu ve buradaki tesisin bir bölümünde mesleğini butik bir konseptte yürütmeye
karar vermişti. Doğanın tam içinde. Şanslıydı. Keşke biz de yapabilsek dedim. Bana
tesisi biraz tanıttı, oğlu işletiyormuş.
Eşi ile de tanıştık. Her haliyle huzurlu bir aile ve güleryüzlü bir işletme
idi. Konaklama yerleri de
Resim 8. Uzaktan Necati bey’in tarif ettiği ev. |
Resim 9. Necati Güleç. |
yapılmakta olan
tesis, tüm çevreye hakim bir tepenin üstündeydi. Manzara harikaydı. Birçok
insan vardı ve büyülenmiş gibi tesisin etrafındaki muhteşem manzaraya
bakıyorlardı (Resim 10).
Resim 10. Tesisin bahçesinde dağ yönüne doğru bir bakış. |
Bu bilgileri özellikle paylaşmak istedim. Bu tip yerlerde konaklama konusu ve
kalitesi önemli. Ben yayla yayla, köy köy gezmeye çalışan bir insan olarak en
çok kaygılandığım konulardan biridir konaklama. Acaba bir köye gitsek nerede
kalabiliriz? Ya aynı gün geri döneceğiz, ya arabada uyuyacağız, ya da göçebe
çadırı. Çadır tecrüben yoksa, sanki hep iki seçeneğin var ve sen genlerindeki
sözde kalender ruh ve süt oğlanlıkla birincisini tercih ediyorsun. Dolayısıyla,
aynı yerin devamındaki bir başka yere dikiş diker gibi gidip gelerek
ilerliyorsun. İş uzuyor. Böyle yayla ve köy turizmi olmaz diyorsun ve haklısın.
İşte bulunduğum tesiste buna çözüm bulunması bu eksende gerçekten önemliydi.
İşletme kalitesi de önemli bir konu tabii ki. Çok değil, buraya gelmeden iki
hafta önce heyecanla gittiğimiz Perşembe yaylasındaki dışarıdan dağ evleri gibi
görünen tesiste, her ne kadar yatak yorgan temiz olsa da geçirdiğimiz bir
gecenin ardından sabah 8:30 da hala tüm çalışanların uyuyor olması ve kahvaltı
edemeden oradan ayrılmamız bizim açımızdan problem değildi ama oraya gelip
konaklamak isteyen turistler için şüphesiz kabul edilemez bir işletme hatasıydı.
Alaçam köyündeki bu tesiste ise durum böyle değildi. Olabildiğince özenle
yapılmaya çalışılıyordu herşey. İşte insan bunları görüp karşılaştırınca, ister
istemez düşünüyor. Gerek kültürel dokunun korunması gerekse de yayla ve köy
turizminin yaygınlaştırılması açısından keşke devlet bu tip girişimci köylülere
destek verebilse ve sık sık denetlese.
Bana hemen kendilerinin ürettikleri ahudududan yaptıkları nefis bir şerbet
ikram ettiler. Yani bir "wellcome reception" gibi birşey oldu. Kalabalıktı. Hemen
oracıkta bir Ordu’lu ile de karşılaştım (Bu arada ben Ordu'lu değilim). Sanki tüm Karadenizliler toplanmıştı
yahu. Necati bey bölge hakkında kısa bir bilgi verdi. Göllere gitmek istediğimi
söyledim. Bulunduğumuz yer ortalama 1100 m civarındaydı. Göller ise 2200- 2300
m civarındaymış. Gördüğün dağların arkasında ve oralarda hala 2-2.5 m kar var.
Şimdi değil en erken Haziran’da gidilebilir dedi. Kısmet değildi. Yapacak bir
şey yoktu. Onun yerine beni bölgede gezdirmeyi ve oradaki şelaleye götürmeyi
önerdi. Burada şelale olduğunu bilmiyordum. Harika! Hemen yola koyulduk.
Şelaleye giderken köyün içinden geçtik (Resim 11).
Resim 11. Alaçam Köyü. |
Bölgeye gelen ilk köy büyükleri, Ataları, Artvin’den göçmüşlerdi ve Gürcü
kökenlilerdi. Tamam dedim. İşte Bursa’da Artvin. Artvin gibi bir yer aramışlar
yaşamak için ve burayı seçmişler. Her iki yeri de görmüş bir insan olarak,
başka dünya arayışındaki insanoğlu’nun bir başka galakside dünya benzeri
bulduğu gezegendeymişsin gibi oluyorsun. Sanki bir yansıma gibi. Köy 100 haneliymiş
ve 600 civarında bir nüfüs mevcutmuş. Yaş
ortalaması 50 üstündeymiş ve gençlerin büyük bir kısmı şehirde bulunuyormuş. Özellikle
yaz aylarında köye gelenlerle nüfüs 1200 civarına yaklaşıyormuş. Meslek gereği
olsa gerek dikkatimi hemen çeken şeylerden biri her yerin temiz ve düzgün
olmasıydı. Bu kısmı Karadenizden biraz farklıydı işte. Necati bey vaktiyle
köyde büyük bir yangın olduğunu ve eski geleneksel mimariyle inşa edilmiş evlerin
büyük bir kısmının yandığını söyledi. Yeni yapılan evler gerçekten de betonarme
yapılardı ama benim Karadenizde Ordu’dan Hopa’ya kadar gördüğüm evlerden farklı
olarak dış kısımları tamamen sıvalı ve boyalıydı. Karadenizde ise geleneksel
görünüm alt kat boya, üst kat sıva, onun da üstündeki kat tuğla. Şanslıysa da
evde bir çatı. Yoksa üstünden demirler fışkıran kolonlar. Bir başka farklılık
ise yerleşimdeydi. Karadenizde aynı aileye ait bireylerin bile evlerinin aynı
tepenin birbirini görmeyecek kısımlarında yapıldıklarını görürsünüz. Sanki küs
gibiymişler gibi. Ayrıca bu dağınık yerleşim şeklinde mezarları da evlerinin
bahçesinde olur, filanca mezarlıkta değil. Burada köy içinde sadece köy
büyüklerinin bulunduğu geleneksel bir mezarlık vardı. Binalar ise neredeyse hep
bir araya inşa edilmişlerdi. Sanki semt gibiydi. Köyün min evvelinden min ahirini
bilen ve doğa dostu olan bu güzel insan beni köyde dolaştırırken, Orta ve Doğu
Karadeniz mimarisinin izlerini derinden taşıyan iki tane geleneksel ev
gösterdi. Bir tanesi metruk durumdaydı ve sahibi tarafından kendi kendine
çökmeye öylece bırakılmıştı. Korunma altına alınması gerek dedim. Belli ki o da çok
üzgündü. Yapacak bir şey yoktu (Resim 12).
Resim 12. Köydeki metruk klasik Karadeniz yayla evi. Alt kısmı taş, üst bölüm ahşap. |
Resim 13. Ahududu bahçeleri.
|
olsa gerek, sesi öyle geliyor dedim. En fazla o kadardır dedi. Sonunda
gördük. Bir içim suydu. Anladım, ben şelaleleri seviyordum arkadaş. Deliçay
şelalesi kademeli bir şelaleydi. Bana kalsa birkaç saat burada kalır o
kıvrılarak akan sevgiliyle birlikte olurdum. Ancak zaman sınırlamasından dolayı
sadece üst bölümünden birkaç fotoğraf çektim (Resim 14,15). Kendi havuzu da
vardı ve bu da ayrı bir dişilik katıyordu. Gerçekten çok estetikti. Necati bey
suyun azaldığını söyledi. Bu sene az kar yağmış ve bundan dolayı debisi
nispeten daha azmış. Özellikle yaz aylarında şelalenin tamamen kuruduğunu
söyledi. Şelalenin üstünden köprü gibi geçen ve aşağıdaki köye sulama suyu
getirmek için döşenmiş olan borular, hem oradaki doğa harikasının estetiğini
bozuyordu hem de suyun azalmasına ciddi katkıda bulunuyordu. Keşke su ihtiyacı için
başka bir kaynak bulunsaydı ve doğru düzgün bir güzergah yapılsaydı. Çünkü
şelale köydeki turistik bir doğa harikasıydı. Korunmalıydı.
Resim 14 ve 15. Deliçay şelalesi. |
Dönerken başka bir yoldan dolaşarak gitmeyi önerdi. Bu arada aklıma
takılmıştı. Tesisin ismi çok değişik gelmişti. Nedir Masklavi diye sordum.
Gürcüce Yıldız demekmiş. İlerledik. Nazo abla’nın yeri diye geçen bir mesire
alanına geldik. Arabayı kenara çekmemi önerdi. Buradan da fotoğraf çekebilirsin
dedi. Burası bizim piknik alanımızdır diye belirtti. Aşağıda top oynayan
çocuklar ve hemen ileride davullu zurnalı göbek atan bir topluluk vardı (Resim
16). Aklıma bir an için takıldı, Artvin’de zurna olmaz yahu dedim. Necati bey’e
sizde tulum var değil mi? diye sordum. Hem tulum hem de akordiyon var dedi.
Oradakiler yabancıymış. Kendi kültürüne çok bağlıydı Necati bey, besbelli. Severim
böyle insanı. Bu arada ben hala Artvin’den gelen ataları nasıl olurda Bursa’da
burayı bulmuşlardı diye düşünüyordum. Hala hayret ediyordum. Son 2.5 senedir
sürekli orta ve doğu Karadeniz’i mekik gibi 35.000 km’den fazla dolaşmış bir
insan olarak ben bile ilk geldiğimde kendimi resmen Karadeniz’de hissetmiştim.
Üstelik mimari doku ve kültür olarak da olabildiğince geleneksellik hakimdi.
Resim 16. Nazo ablanın yerinde oynayan bir grup insan. |
Tesise geri döndük. Acıkmışsınızdır, size birşeyler hazırlatayım dedi.
Bölgede alabalık üretiliyordu. Hatta derelerde doğal kırmızı beneklı alabalık
bile vardı. İsterseniz alabalık, isterseniz köfte ikram edeyim diye sordu. Ben
de geleneksel birşeyler rica ettim. Dışarıdaki manzara nefisti (Resim 17).
Eşinin yapmış olduğu mis gibi cevizli börek, cevizli ekmek, mıhlama ve ahudu
reçelinin de bulunduğu bir sofra açtılar. Oralarda ceviz de yetişiyormuş ve
ondan kullanmışlardı börekte. Eşinin yaptığı yemeklerden ne kadar naif bir
insan olduğu belliydi (Bu son cümlemi düşünün). Bende böyle ilginç şeyler
vardır. Benimle takılanlar bilir. Bir yemeği bazen erkek mi kadın mı yapmış,
kaç yaşında falan hemen bilirim. Mutlaka farklıdır ve belli eder. Bu arada
restoran bölümündeki
Resim 17. Restoran içinden manzaranın bir bölümü.
|
manzara inanılmazdı.
Gemlik körfezi bile görünüyordu. Ben Karadeniz’in birçok yerinde mıhlama
yemiştim. Sıcacık gelmişti, çok lezzetliydi. Herhalde fırında yapmıştı eşi. Bu biraz farklıydı diğerlerinden. Daha
ziyade tereyağında eritilmiş bir cins peynire benziyordu. Hemen sordum. Mısır
unu kullanmıyor musunuz? Hayır biz kullanmayız dedi Necati bey. Biraz düşününce
kendimce bir bağlantı kurdum ve kendisiyle paylaştım. Ordu’daki mısır unu
(fırınlanmış veya fırınlanmamış) konsantrasyonunu standart olarak kabul edecek
olursak, Rize’ye doğru gittikçe yediğim mıhlama (veya kuymak) içindeki mısır
unu miktarı azalıyordu (Resim 18 ve 19).
Resim 18. Trabzon Maçka’da yediğimiz fırınlanmış mısır unu ile yapılmış klasik mıhlama. |
Geçtiğimiz sene
(2013) Temmuz ayında Ayder yaylasındaki bir hotelde (Liligum) kaldığımız zaman
işletmecisi olan bayan bize sabah kahvaltısında gerçekten mükemmel bir mıhlama
yapmıştı. Tıka basa yemiş, küp gibi olmuştuk. Yemek yapmaya meraklı ben, hemen
öğrenmiştim raconu. Konumuzla ilgili kısmı onun koyduğu mısır unu miktarı Trabzon’da Sümela
manasırına giderken yolda yediğimkinden de az olmasıydı. Acaba doğuya gittikçe mıhlamadaki
mısır unu oranı azalıyor muydu? veya mısır unu kullanmıyorlar mıydı? Necati
beyin eşi -kendi sırları olduğunu düşündüğüm için paylaşmıyorum- zahmetli bir
prosedürden geçirerek sütten özel bir cins çökelek üretiyor ve mıhlamayı da
nispeten daha zahmetli bir yöntemle hazırlıyordu. Tabi
Resim 20. Tesisin ocaklarından. |
tereyağında. Ne
diyeyim? Buraya gelip yemek gerek. Ayrılmadan mutfaklarını ziyaret edip eşine teşekkür etmek
istedim. Mutfakta Karadenizde çok sık kullanılan ocaklardan vardı (Resim 20). Bu
ocaklar genellikle kısa olup, döküm veya saçtan ihtiyaca göre üretiliyorlar. Sıklıkla
odun ile ısıtılırlar. Bazen soba bazen de ocak niyetine kullanılıyor. Tüm bu
buram buram Karadenizdeymişsiniz havasını yaşadıktan sonra esas en ilginç
bilgiyi en sona bıraktım... Bu insanlar Karadenizdeki kültürü yaşatıyorlardı
ama Artvin’e hayatlarında hiç gitmemişlerdi! Ankara’ya dönmek için izin
istediğimde bana kendi yaptıkları Armut pekmezi, erişte ve tarhanadan verdiler.
Bir de koştura koştura arkamdan buğdayla beslenmiş tavuğun köy yumurtası! Aklımda
yukarıdaki gölleri Haziran’da görmek için dayanılmaz bir istekle büyülenmiş
olarak köyden ayrıldım.