Aktarılan bazı bilgilere göre Ohtamış
şelalesi Karadeniz’in en yüksek şelalesi ama başka kaynaklara göre de Uzundere
köyündeki şelale en yükseği. 30 metreden dökülen bu şelale, Ordu’nun Ulubey
ilçesine bağlı Ohtamış köyünde bulunuyor. Bu şelaleye bir kez yazın, bir kez de
sonbaharda olmak üzere iki kez gittim. Bu yazıya sonbahardaki seyahatimle
ilgili fotoğrafları koyuyorum.
Ordu merkezden Ulubey yoluna çıktıktan sonra, yol boyunca ilerlerken sonbahar
renklerinin cümbüşü hakimdi. Sıklıkla karşılaştığımız fındık bahçeleri de
turuncu-sarı renklere dönüşmeye başlamıştı (Resim 49-51). Zaten bu sene (2013)
Karadenizdeki kuraklıktan dolayı fındık ocaklarının bir kısmı henüz yazın
ortasında kavrulmuştu. Fındıktan üç kuruş para kazanmayı hayal
eden köylü de çareyi yağmur duasına çıkmakta bulmuştu. Pek işe yaramamıştı ama...
Resim 49. Ohtamış şelalesine giderken yol boyu sonbahar renkleri. |
Resim 50 ve 51. Ohtamış şelalesine giderken yol boyu. |
Resim 52. Ordu Bozukkale’nin tepesindeki keskin rüzgara “inadına varım yahu” diyen Kara lahana popülasyonu. |
Ben şelale ile ilgili bir yazı yazıyordum, değil mi? Ohtamış’a bu gidişimde
açıkçası daha rahattım çünkü beni şelaleye götürecek patika yolu daha önceden
geçmiştim, biraz olsun biliyordum. Bir de yanımda yine Bora vardı. Buradaki
duyguyu evine her seferinde aynı iğneciyi çağıran yaşlı kadınınkisine benzetiyorum.
Ordu’daki coğrafya, Doğu Karadenizdeki gibi pek düz değil. Vaktiyle buralarda
inanılmaz tektonik hareketler olmuş belli ki. Özellikle kıyıya yakın bölgelerde
oldukça dik sayılabilecek yamaçlar var ve bu yamaçlar kısa aralıklı düz
sayılabilecek alanlar dışında Gürcistan sınırına kadar uzanıyor. Batum sınırına
gelmeden önceki yere “Sarp” denmesi boşuna değil. Peymane koyacak düz yer yok
yahu. Karadenizde sadece kıyıda değil iç kısımlarda da şöyle rahat iki adım
atacağınız düz alan az. Tabi halk da kendini buna tam olarak uydurmuş.
Karadenizde gittiğim pek çok yerde halk senin benim üf-püf deyip değnekler,
batonlarla inip çıkacağımız yamaçlara çok hızlı bir şekilde inebiliyorlar. Sen
Ankara keçisisin, bu yaylalaru yaylayamazsun uşşağum dercesine. Komşularımla Ordu’nun
Yason bölgesine yakın almış olduğumuz ortalama 30-40 derece eğimli arazinin
sahibi 80li yaşlarındaki amca, ben nereye adımımı atsam diye düşündüğüm yamaçta
ilk adımımı atmadan 10 metre aşağıya inmişti bile. Örnekler çok, saymakla bitmez
gördüklerim. Ohtamış şelalesi gibi yerlerde ise bu iniş ve çıkışlar bazen
tehlikeli olabiliyor, çünkü şelalenin etrafında sürekli nem ve şelaleden
dağılan su buharı taş-toprak ne varsa etkiliyor, yosunlu kaygan taşlı bir zemin
oluşturuyor.
Ohtamış şelalesine vardığımızda,
bizi Fatih isimli kardeşimiz karşılıyor. Şelalenin hemen üstünde evi bulunan
Fatih ve ailesi yıllardır burada oturuyormuş. Kendisi daha önceden de bizi
karşılamış ve hanımıyla bize çok güzel bir köy sofrası açmıştı. Aşağılardan
gelen şelalenin sesi eşliğinde ilk defa hayatımda kendilerinin yaptığı elma
pekmezini de yemiştim. Nefisti. Ayrıca, kendilerinin çok pratik bir yöntemle
yaptıkları az yağlı bir peynir de dikkatimi çekmişti. Sorduğumda kaynamakta
olan 5 litre hacmindeki süte soğuk bir tas yoğurt döktüklerini ve anında
kesilen sütten de bu peynirin hemen oluştuğunu söylemişti. Tembel işi ama
pratik. Bir de köylünün tereyağ yapma yöntemini duysanız? Yayık sadece artık
olmayan kartpostallarda kaldı. Yöntem şöyle.... Buzdolabının buzluğunda
biriktirilen inek sütünden elde edilmiş kaymaklar, şöyle göze gelir hacme
ulaşınca, bir kap içinde “mixer” ile karıştırılarak tereyağ elde ediliyor.
Sonra tülbentten sütün fazlası uzaklaştırılıyor. Yayık yerine mixer yani. Bende
çok tarif var, özellikle balık tarifleri, Süreyya Üzmez üstadım duymasın...
Şelaleye en yakın yere vardığımızda yola arabamızı parkedip 500 metre kadar
patikada yürümeye başladık. Öncelikle bir tepeden tırmandık. Orada Fatihlerin
evinden aşağıya doğru inen patikayı izleyerek bazen dere kenarındaki taşlardan
atlayarak bazen de dar toprak patikadan yürüyerek şelaleye kadar indik. Yaz
ayında gittiğimde Fatih bu şelaleye sıklıkla yabancı turistlerin geldiğini ve
şelalenin oluşturduğu havuza girdiklerini söylemişti. Açıkçası hiç
sevinmemiştim. Ona o zaman soramadığım soruyu bu gelişimde sordum: Evinizi ve
arazinizi sizden satın almak isteyen bir yabancı geldi mi? Cevap evet idi ama
şimdilik kabul etmemişler. Korkarım ki bir gün birisi red edemeyecekleri bir
teklif yapabilir. O zaman şelale sizlere ömür.
Belki de daha önce... Açıkçası buraya geldiğimde debisinin bu kadar
azalacağını tahmin etmemiştim. Son baharda yağan yağmurlarla biraz olsun debi
artar diye düşünmüştüm. Aklımda şahane kareler çekmek için bir heyecan vardı.
Zaten benimle seyahat etmeye alışan Bora, böyle manzaraları görüp, hedefe
kitlendiğimde ortamdan nasıl bir anda koptuğumu ve tamamen olaya odaklandığımı
bilir ve beni kendimle bırakır sağolsun. Yazın geldiğimizde şelalenin havuzu
belirgin ölçüde daha fazlaydı. Acaba sular mı çekildi diye düşündüm. Neden diye
sordum Fatih’e. Yukarıda dinamit patlattılar sonrasında debisi azaldı dedi. Dağ
başında dinamit? HES inşaatı tabi.
Neyseki hala estetik özelliği kaybolmamış olan bu şelalenin fotoğraflarını
çekmeye başladım. (Resim 53-55). Alt kademeden fotoğraflar çektikten sonra,
şelalenin hemen karşısındaki yamaca tırmanıp oradan birkaç kare yakalamayı
düşündüm. Bu tip yerlerde bu işlere kalkışırken, benim gibi tecrübesiz iseniz ya
yanınızda birisi olsun, ya da güvenli bir şekilde tırmanabileceğiniz bir alan
bulun. Yoksa vazgeçin. Özellikle kayaların olduğu yerlerde kayaların
yanlarındaki topraklar nemin etkisiyle yumuşamış olabilir veya üst üste duran
kayalar -tabi siz bazen alttakini göremezsiniz-hareket edip sizin aşağıya doğru
yuvarlanmanıza sebep olabilir. Ben kaza risklerini azaltmak için olabildiğince
oraları bilen bir rehber ile bu tip işlere kalkışıyorum. Ohtamış şelalesinin karşısındaki
yamaç tamamen büyük kayalarla örtülü idi ve kayaların üstü yosun araları ise
dallarla kaplıydı. Bazı kayalar gerçekten basınca hareket ediyordu. Hatta, bu
şekilde tırmanırken tripodumun ayağını da kırdım ama neyseki tripod hala iş
görür haldeydi.
Resim 53 ve 54. Ohtamiş şelalesinin döküldüğü alt kademeden şelaleye bakış ve şelalenin döküldüğü vadi. |
Resim 55. Ohtamış şelalesinin karşısındaki yamaçtan
şelaleye bakış.
|
Fotoğrafları çektikten sonra ev
sahiplerinin çaylarını içip sohbet ettik ve dönmek üzere yola koyulduk. Şelalelere
ulaşmak için yol boyunca alınan riskler, fotoğraflarını çekerken alınan haz ile
buharlaşmıştı. Dönerken Ulugöle uğrayalım mı diyor Bora. Gidiyoruz. Ben de
arada durup birkaç kare çekiyorum (Resim 56).
Resim 56. Yol boyunca Ulugöl’e giderken. |
Derken birşey dikkatimi çekiyor.
Çalı-çırpı yakan insanlar sadece şehirde değil burada da çok. Şimdi diyebilirsiniz ki
anız yakmak köylünün yaşamının parçası. Bu öyle değil işte. Ordu insanında
gördüğüm o ki küçük bir çalı bulsun çöpe atacağına hemen yakar. Bazen bir koca
yığını tam evinin önüne koyar, alevin bütün dumanının içeri dolmasına karşın
önlem almaz (Resim 57).
Resim 57. Çok tipik manzara. Bahçede çalı-çırpı yakan,
bazen ateşi başıboş bırakır.
|
Ben bu tip işleri artık anlamaya çalışmayı bıraktım.
Tıpkı yağmur altında balkondaki çamaşırları kurutan (!) Ordu’lu hanımları
anlayamayacağım gibi. Ulugöl, Gölköy ilçesinden 17 km uzakta ve ilçeye bağlı
Süleymaniye ve Haruniye Köyü sınırları içerisinde bulunan 80 dekarlık
yüzölçümüyle Ordu’nun en büyük gölü. Gölün yakınlarında yerleşim 700 m
civarında başlıyor ama etrafında bir toprak yol ve piknik alanı mevcut. Dingin
bir göl manzarası hakim (Resim 58-60). Yine de şöyle parçalı bulutlu rüzgarsız
havada buradaki ambiyansı hayal etmeye çalışıyorum. Herhalde yansımalar güzel
olurdu. Ben iki gelişimde de böylesine bir manzara göremedim. Belki bir başka
bahara...
Resim 58-60. Ulugölden manzaralar. |