Bu satırları yazmaya
başlamadan hemen önce ablam bana başımıza Tayfun Talipoğlu kesildin diyor. Bunu
bir iltifat olarak kabul ediyorum. Aslında bu şelaleye gitmek gibi özel bir
plan ile yola çıkmamıştım. Benim fotoğraf çekme isteklerimi karşılamak için
kendine iş çıkaran sevgili Bora, 2013 yılı Nisan ayında bir gün “saçma” atan
arkadaşlarının derede balık avlayacaklarını ve bizim de onlarla buluşup
birlikte bir gün geçirebileceğimizi söyledi. Kaçar mı? Ordu merkezden sabah
yola çıkıp Fatsa yolunda bekleyen arkadaşlarıyla buluştuk ve anayoldan dağlık
kesime doğru saptık. Kısa bir yol aldıktan sonra bir su değirmeninde durduk
(Resim 40 ve 41). Değirmen derenin kenarına kurulmuştu. Orada kimsecikler
yoktu. İçindeki değirmen muhtemelen mısır çekmek için kullanılıyordu. Buralarda
böyle zaten.
Bir başka gezimizde Ohtamış şelalesine giderken yine dere kenarına kurulmuş
bir değirmene rastlamıştık. 100 yılı aşkın aktif olarak çalıştırılıyordu, mısır
unu elde etmek için...Tabii Nisan ayı olduğu için artık bahar gelmeye ve
inanılmaz bir hızla ortalık yeşermeye başlamıştı. Benim Türkiye’de görmüş
olduğum diğer yerlerden farklı olarak burada bahar aylarında oluşan yeşil bir
başka diyebilirim. Vahşi, deli bir yeşil... arada sarı gibi tonların olabilmesi
imkansız olan, göz alan bir yeşil. Aşağıda dere akıyor ve kenarlarında orman
yapı hakim. Ağaçlar ve dallar bazı yerlerde o kadar sık ki arasından
geçemiyorsunuz (Resim 42 ve 43).
Resim 43. Derenin etrafındaki bitki örtüsü. |
Hatırlıyorum o gün yağmurlu bir gündü ve
taşların üstü de kaygandı. Bazen dere kenarında yürümek zor olabiliyordu. Bora’nın
arkadaşları hemen hazırlanıp dereye balık tutmaya gittiler. Ben de elimde
fotoğraf makinamla peşlerinden ıslak taşlardan hoplaya zıplaya birşeyler
yakalamaya (Resim 44 ve 45). Ben ne yapıyorum demekten kendimi alamıyordum
aslında, kendime de çok güldüm. İyi ki kayıp bir yerimi kırmadım. Biraz yorucu
ama bir o kadar da zevkli bir işti. O gün yüzlerce kare bu iki balıkçıyı
çektim. Mebrur Hatunoğlu hocam kızmasın, etraflarından dolanıp en iyi açıyı
arama şansım yoktu. Nasılsa makinada film yoktu, dijitaldi, shutter life’da da
binlerce kare. Bizde bahane çok canım.
Resim 44. Dere balıkçliğında son hazırlıklar... |
Resim 45. Saçma atan iki usta balıkçı arkadaştan biri. |
Bu iki balıkçının bir saatten
fazla süren uğraşlarıyla tutulan dere balıklarını hemen derede temizledikten
sonra pişirip yedik (Resim 46). Gittiğim yerlerle ilgili her yazdığım yazıda
yemekten bahseden beni bilmeyen yamyam zanneder. Sanki ne bulsak yiyormuşuz,
kara deliğiz. Hayır öyle değil. Yaşanandan ayrı olmamak, olayı kendi
enerjisiyle, frekansıyla dolu dolu yaşamak, sadece bu. Yeri gelir ellerimle
yaptığım somon füme, yeri gelir küçük dere balığı...
Resim 46. Ekip dere kenarında balıkları yerken. Küçük bir piknik sofrası diyelim. |
Yolumuza devam
ettik. Yolun ötesinde çok güzel bir şelale olduğunu söylediler. Gidelim dedim
ama yol biraz uzundu. Yağmurdan dolayı da oldukça çamur vardı. Bir yerlerde
benim arabayı bırakmıştık ve o gün kendisi de klarnet yapım ustası olan ve
Ordu’nun dünyaca ünlü klarnet yapım ustası Ahmet Özdemir’in torunu Erman
Özdemir’in arabasıyla, inişli-çıkışlı bir yoldan ilerleyip “o uzaktaki köye”
vardık. Keşke elimde bir fotoğrafı olsaydı. Öylesine yoğun yeşillikli bir
bölgeydi ki, sanki tek kaşı olan dar alınlı adam gibiydi! Oraya gelmeden hemen
önce durduğumuz bir alabalık çiftliğinin sahibi bazen araba geçmediğinde yolun
bitkiler tarafından örtülme tehlikesi yaşadığını ve yolu açmaları gerektiğini
anlatmıştı. Şaka değil. Kendi de yolunu vaktiyle böyle açmıştı ve açık tutmak
için temizliyordu. İşte Ordu’nun en uzaktaki Karaoluk köyünün altında bir
yerlerde o şelaleye vardık. Çok yüksek değildi ama kendi göre bir edası vardı
(Resim 47 ve 48). Sanıyorum yüksekliği 7-8 metre kadardı. Debisi de çok
değildi.
Resim 47 ve 48. Çiseli şelalesi. |
Şelalenin hemen
yanında bir yol çalışması vardı. Söylenene göre turistik amaçlı olarak bir
yürüme yolu yapılacakmış. Aslında şu ana kadar gittiğim şelalelerde neredeyse
hiç yolun olmayışından ve hatta ulaşımın yıldırıcı olmasından pek de şikayetçi
olmadım. Arabamın ve üstüm başımın da toz toprak olmasından hep keyif aldım.
Benimle olanlar gayet iyi bilir. Neden derseniz. Derim ki “herkes gitmesin”.
Herkes gidince bir süre sonra oraları bozuluyor ve “maddi değer” artışıyla
kapitalizmin kurbanı oluyor. Gidebilenler gitsin, gidemeyenler fotoğraflarına
baksın. Açıkçası bu tip yerleri olabildiğince görüntülemeyi kafaya koydum,
çünkü buralarının ileride kalmayacağından eminim. Yok edilecek ve ciddi
kuraklık olacak. Yahu her yeri su, dere
olan Ordu nasıl olur böyle demeyin. Ordu’nun derelerini hiç söylemeyin. Yok
etmek kolay. Sen masanın bir ayağını keser gibi doğadaki bir şeyi değiştir veya
ortadan kaldır, ekolojik denge kalmasın. Derede balık avlayan o iki balıkçı
arkadaş ilk gittiğimiz yerde kendi köy evlerinin yukarıda olduğunu,
kendilerinin çocukluklarından beri o derede balık avladıklarını ve derenin
debisinin ve balık sayısının ciddi oranda son yıllarda azaldığını söyledi.
Düşünün kaç yılda oluyor bu...