17 Nisan 2014 Perşembe

Ordu/Çambaşı Yaylası

         Ordu ilinde herhalde en çok adı geçen yayladır, Çambaşı. Gidebilmek için, Ulubey yolundan içlere doğru ilerlerken anayoldan ayrılıp, ortalama 1.5 saat kadar gitmeniz gerekiyor. Çambaşına giderken kıvrılarak ilerleyen ve yavaş yavaş deniz seviyesinden tırmanan bu yol üzerinde birçok göz alıcı manzara ile karşılaşıyorsunuz (Resim 18 ve 19). Dilerseniz konaklayabileceğiniz Gıligıli çeşmesi ve orada bir dağ evi tarzında otel var. Yaz-kış alımlı bir otel, güleryüzlü bir işletmesi var ve etrafında piknik yapabilme imkanı da bulunuyor. Bu satırları yazana kadar Çambaşı yaylasına üç kez gittim: kış, bahar ve sonbaharda... Bence en iyisi sonbahardaki gidişimdi, çünkü yol boyunca birçok ağaç üzerinde sonbahar renkleri vardı ve manzara nefisti. Ama yine de ben burada 2013 yılı Ekim ayındaki gezime ait resimleri koymak istiyorum. Çünkü, buralarda meşhur olan sis ve onun vadilerde yürürken oluşturduğu güzelliği bir miktar da olsa göstermek arzusundayım.
 

Resim 18 ve 19. Çambaşı yaylası yolu üzerindeki bir baraj gölü ve sonbahar renklerine bürünmüş yamaçlar.

            Bahsetmiş olduğum geziye sevgili Bora Aşar ve fakültemiz öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik ile birlikte gitmiştik. Benim bu ve benzeri yerlere giderken özellikle yaptığım veya olabildiğince yapmaya gayret ettiğim şeylerden biri, yolda sık sık durup birşeyler yiyip içmek. Yemeğe düşkünlükten değil Amaç “örneklemek”. “Sampling” yani diyorum. Hani Matrix Reloaded’da Persephone Neo’dan gerçek bir öpücük örneklemek istiyor ya işte biraz öyle. Konakladığımda eğer birşeyler yiyip-içiyorsam oraları daha net hatırlıyorum ve sanki bende oralardan bir “parça” oluşuyor. Sanki daha çok benim oluyor. Öteki türlü sadece zaman içinde hafızamda aynen bir “rüya” gibi görsel bir dosya olarak kalıyor. Bende böyle valla, sizi bilmem...
Sabah erken saatlerde çıktığımız yolun üçte birini geçtikten sonra kısa bir mola verip gözleme ve çay ile kahvaltı yapıyoruz. Devam ediyoruz ve ilerledikçe yolda giderek artan etkisiyle sis hakim oluyor (Resim 20 ve 21). Karadenizde bazen öyle yoğun sis olur ki görüş mesafesi birkaç metreye düşer. Tabii yayla yollarının bir kısmının çok geniş olmadığını ve bir kenarının da dik yamaç olduğunu düşünürseniz, araba kullanmak bazen gerçekten sıkıntı olabiliyor.
 

Resim 20 ve 21. Yol boyunca sis

Kasabaya varmadan önce Bora bana pek de yol denilemeyecek bir yerden çok güzel bir manzara görebilmemiz için sapmamı öneriyor. Haklı çıkıyor. Çok değil azıcık dönüp de geldiğimiz yola ve çevresine tepeden bakınca sisin yayla üzerini nasıl kapladığını ve ilerlediğini görüyoruz (Resim 22).
 
Resim 22. Çambaşı yaylası kasabasına girmeden hemen önce tırmandığımız tepeden geldiğimiz yola ve çevreye bakış.
            Kasabaya vardığımız zaman gördüğümüz, yaş ortalamasının yüksek ve pek de fazla insanın kalmamış olduğu. Özellikle kış aylarında buraları hayalet şehir gibi oluyor. Zaten buralarda kış erken geliyor. Gündüz bile odun sobasının dumanının kokusunu havada alıyorsunuz. Burnunuzun içi bir başka oluyor. Sanki siz kasabaya, kasaba da size girmiş gibi! Gece-gündüz sıcaklık farkları zaten fazla ve yazın bile akşam soba yakanlar oluyor. Boşuna yayla dememişler. Kasaba merkezi küçük ve sessiz sinema gibi... neredeyse hiç ses yok. Dingin bir hava var. Aman işe geç kaldım, patron ne der yolda trafik var diye birşey yok. Gam yok, tasa yok, telaş yok. Ben bir başka gelişimde, işte bu kasabanın meydanındaki bir kahvenin önünde, Kadir abinin, bıyıkları içtiği sigaradan artık sararmış olan bir adamın fotoğrafını çektiğini gördüm. Benim hiç yapamadığım bir şey bu. Evet itiraf ediyorum, yapamıyorum. İnsanların fotoğrafını çekmek istediğim zaman genellikle bir tepkili bakış ile karşılaştığımdan dağ-taş fotoğrafı çekmeyi tercih ediyorum. Oysa Robert Doisneau’nun “At the Cafe”si gibi neleer neler geçti önümden şu ana kadar, heyhat! Tabii kahvehanede değil. Bu işte biraz da girişkenlik ve fotoğrafını çekmek istediğin kişi veya kişileri ikna etmek olayı var. Gerçekten... Örneğin Jennette Williams “The Bathers”, (Hamamdakiler), fotoğrafını çekmeden önce kendisinin hamamda birçok çıplak fotoğrafını çekip daha sonra diğer kadınlarla paylaşmış ve nasıl becerdiyse onların hamamdaki çıplak hallerini çekmek için ikna etmiş. Ben böyle birşeye kalkışacak olsam şüphesiz hamamdan çıkamazdım. Dönelim bizim konuya. Fırsat bu fırsat diye ben de birkaç kare çektim bu amcadan (Resim 23). Meğerse adam 90 yaşındaymış. Böh dedim! Nasıl yani? Yaşından oldukça genç görünüyordu... Gün içinde herhalde yaptığı tek hareket oturduğu yerden birkaç kez sağa sola Kadir İnanır gibi bakmaktı bu amcanın. Egzersiz, diyet, sağlıklı yaşam falan hak getire. Günde bir paketten fazla sigara içiyormuş. Pilates ve yoga ise ne ona ne de kasabaya hiç uğramamış.

Resim 23. İşte 90 yaşında olduğu söylenen o adam. Bıyıklara dikkat!

Dönelim kasabaya... Kasabanın içinde birkaç açık dükkan kalmış, çoğunun sahibi gitmiş bile. Kış yaklaştığı için birçok kasap da dükkanlarını kapatmış. Meydanda bölgeye ait tereyağ, peynir vs. satan birkaç şarküteri var, işte o kadar (Resim 24 ve 25). 

Resim 24 ve 25. Kasaba merkezinden manzaralar. Lokal tereyağı ve peynir satılıyor. Kasabada tulum peynirine benzeyen işkembe içinde yapılan peynirler var.
 
            Bir çay mı içsek diyoruz. Tabi biz ne isteyebileceğimizi biliyoruz. Yani, hadi Starbucks’tan birşeyler içelim diyemezsin burada. Veya köşede bildiğim iyi bir Meksika lokantası var, öğlen yemeğini orada yiyelim diyemezsin. Delikanlı gibi çay içeceksin mecburen. Delikanlı demişken... Kahveye giriyoruz. Nev-i şahsına münhasır işletmecisi bize çay ikram ediyor, bana da birkaç fiyakalı poz veriyor (Resim 26 ve 27).

Resim 26 ve 27. Çambaşı yaylasındaki kahvehane ve sahibi.
Çayımızı içtikten sonra biraz dolaşıyoruz. Öğlen saati de yaklaştığından bir yemek yiyelim diyoruz. Karşıda bir kasap görüyoruz. İçeride yaylada otlayan kuzuları ocakbaşı tarzı cennetlik gövdelerine indiren paşalar var (Resim 28-30). Suları da içmişler küp gibi olmuşlar. Öylesine doymuşlar ki konuşacak takat kalmamış.
Biz de isteriz diyoruz. Kuzuları yiyip yayla sularını içtikten sonra 90 yaşına kadar nasıl yaşanabildiğini anlıyorum. Kalp gözüm bile açılıyor yahu! Kuzu etleri çok güzel kokuyor ve gerçekten lezzetli. Hem Perşembe yaylasında hem de Çambaşı yaylasında içtiğimiz sular da öyle. O kadar yemeğin üzerine tüm şişkinliği bir anda alıyor. Nasıl bir suysa.
 
Resim 28. Çambaşı yaylasında bir çoban koyun sürüsüyle.

Resim 29. Yayladaki tipik bir kasap dükkanı. Bir tarafta ocakbaşı mevcut.

 
Resim 30. Ordu’da görebileceğiniz tipik bir mangal. Kömür değil fındık kabuğu kullanılıyor.

Tok ve mutlu olarak dışarı çıkıp yaylanın ilerisine doğru tabana kuvvet yürüyoruz. Kasabanın çevresinde birçok şirin yayla evi yapılmış. Gezerken haliyle acaba burada bir parça toprak üstüne biz de yapsak mı bir ev diyebilirsiniz. Sanmayın ki buralarda siz de bir tane yapabilirsiniz. Biraz zor, çünkü yabancıya şimdilik toprak satılmıyor. Yabancı dediğim, oradan olmayanlar. Gerçekten. Karadenizli toprağı konusunda çok titiz.
Tepeden baktığımızda sisin vadiler arasında dolaştığını görüyoruz (Resim 31). Gerçekten göz okşayan bir manzara. Baktıkça bakasın geliyor. Hani güzel ne giyse yakışır ya işte öyle güzel bu yaylalar. Geriye dönüp arabamızı alıyoruz. Yaylanın biraz daha ilerisine gidip oralarda neler var bir görelim diyoruz. Zaten insan buralara gelince hep ötesinde ne var diye kendisine soruyor. Böyle bir doymazlık gelişiyor büyükşehirlide.

Resim 31. Çambaşı yaylası.
Kıvrılıp giden toprak yolun ötesinde bir alabalık çiftliği görüyoruz. Bir vadiye kurulmuş, hemen derenin yanına. Bazen çok yukarılardan yüzerek gelen doğal kırmızı benekli alabalık havuzlara girebiliyor (Resim 32 ve 33). Tabi sonrasında buradaki işletmelerde suni yem ile  besleniyorlar. Yine de lezzetli. Ben Ayder yaylasına giderken iki defa yolda durup tereyağında alabalık yemiştim. Denemeğe değer diyorum.


Resim 32 ve 33. Yaylanın daha da içlerine giden toprak yol ve uğradığımız çiftlikte alabalık havuzlarından dışarı akan buz gibi sular.