Perşembe Yaylası
Bazı yaylaların kimyası farklı
dostum. Kim ne derse desin böyle... Hani yağmurda yürürken ensenden sırtına
doğru süzülen su bir anda seni uyandırır ya bazı yaylaları gördüğünde bir anda
gözün fal taşı gibi açılır. O bakımdandır ki bu kısa yazıyı okurken aceleye
getirme. Keyifli bir filmi izlerken ne yapıyorsan onu yap derim.
Yayla kelimesinin insanda oluşturduğu o geniş mi geniş alan duygusuna tam olarak oturan gerçek bir yayladır. Bu yayla, Ordu’da Aybastı ve Alankent’i geçtikten sonra 25 km kadar içeride bulunuyor. Ben buraya şu ana kadar üç kez gittim. İlk tecrübemde, Şubat ayıydı ve biz gitmeden hemen önce yılın ilk karı yağmaya başlamıştı. Her yer kardı. Yolun kenarı seçilmiyordu ve kasabanın ortasındaki göl buz tutmuş, üstü de karla örtülü olduğundan seçilemiyordu. Kar hala yağıyordu, hava buz gibiydi. Kasabada kimse yoktu, kurtlar bile gitmişti. Üstünüze afiyet, biz de o vakit orada bir kasabı ve lokantasını bizim için açtıran bir arkadaşımızla birlikte yaylada yetişen kuzuların tadına baktık, rakımıza oralardan sarkan buzlardan koyup içtik! İçtik demişken, bir de suları var oraların. Leziz. Ordu’da gezdiğim yaylalarda en çok sevdiğim şeylerden biri kaynak suları oldu. Bu kadar lezzetli ve yemeğin üstüne şişkinliği alan başka bir su yoktur herhalde. Hem Perşembe hem de Çambaşı yaylasında yediğimiz kuzuların üstüne içtiğimiz kaynak suları, tek kelimeyle nefisti. Şimdi daha önceki yazılarımı okuyanlar diyebilirler ki arkadaş sen de hep gördüğün-yediğin şeylerin iyi olduğunu söylüyorsun yaylalarda. Aslında tam olarak öyle değil. Öncelikle şunu net bir şekilde ifade etmek isterim ki beni biraz tanıyanlar kılı kırk yaranlardan olduğumu bilir. Kalender meşrep olduğumuzdan tabi. Peki neden böyle yazıyorum? Kendinize ve yakınlarınıza sorun: aranızda kaç kişi bir şelale havuzuna girip yüzmüştür? Veya doğal bir su kaynağının içinde? Veya kaç kişi acaba yoğun beton bloklardan kaçıp sadece doğayı görebileceği ve dinleyebileceği bir tatil hayal ediyor? Beton bloklar bizi kör etmiş dostum, kör. Deney hayvanları gibi bütün dünyayı kafeslerden ve beton duvarlardan ibaret olduğunu kanıksamış olarak yaşıyoruz. Ama gerçek çok farklı. İşte bunun biraz tadına varanlar bir ağacın dalı kırıldığında veya bir şelalenin üstünde bir yerlerde maden veya HES için dinamit patlatıldığında çok etkileniyor. Tadmayan bilmez.
Yayla kelimesinin insanda oluşturduğu o geniş mi geniş alan duygusuna tam olarak oturan gerçek bir yayladır. Bu yayla, Ordu’da Aybastı ve Alankent’i geçtikten sonra 25 km kadar içeride bulunuyor. Ben buraya şu ana kadar üç kez gittim. İlk tecrübemde, Şubat ayıydı ve biz gitmeden hemen önce yılın ilk karı yağmaya başlamıştı. Her yer kardı. Yolun kenarı seçilmiyordu ve kasabanın ortasındaki göl buz tutmuş, üstü de karla örtülü olduğundan seçilemiyordu. Kar hala yağıyordu, hava buz gibiydi. Kasabada kimse yoktu, kurtlar bile gitmişti. Üstünüze afiyet, biz de o vakit orada bir kasabı ve lokantasını bizim için açtıran bir arkadaşımızla birlikte yaylada yetişen kuzuların tadına baktık, rakımıza oralardan sarkan buzlardan koyup içtik! İçtik demişken, bir de suları var oraların. Leziz. Ordu’da gezdiğim yaylalarda en çok sevdiğim şeylerden biri kaynak suları oldu. Bu kadar lezzetli ve yemeğin üstüne şişkinliği alan başka bir su yoktur herhalde. Hem Perşembe hem de Çambaşı yaylasında yediğimiz kuzuların üstüne içtiğimiz kaynak suları, tek kelimeyle nefisti. Şimdi daha önceki yazılarımı okuyanlar diyebilirler ki arkadaş sen de hep gördüğün-yediğin şeylerin iyi olduğunu söylüyorsun yaylalarda. Aslında tam olarak öyle değil. Öncelikle şunu net bir şekilde ifade etmek isterim ki beni biraz tanıyanlar kılı kırk yaranlardan olduğumu bilir. Kalender meşrep olduğumuzdan tabi. Peki neden böyle yazıyorum? Kendinize ve yakınlarınıza sorun: aranızda kaç kişi bir şelale havuzuna girip yüzmüştür? Veya doğal bir su kaynağının içinde? Veya kaç kişi acaba yoğun beton bloklardan kaçıp sadece doğayı görebileceği ve dinleyebileceği bir tatil hayal ediyor? Beton bloklar bizi kör etmiş dostum, kör. Deney hayvanları gibi bütün dünyayı kafeslerden ve beton duvarlardan ibaret olduğunu kanıksamış olarak yaşıyoruz. Ama gerçek çok farklı. İşte bunun biraz tadına varanlar bir ağacın dalı kırıldığında veya bir şelalenin üstünde bir yerlerde maden veya HES için dinamit patlatıldığında çok etkileniyor. Tadmayan bilmez.
Gelelim yaylaya... Bu yazıda koyduğum fotoğraflar, 2013 yılı Mayıs ve
Temmuz aylarındaki bir gezilerimie ait. Kasabanın ortasındaki yoldan sola doğru
saptığınızda, yol sizi bir yuvarlak yüksek tepeye doğru yönlendiriyor. O ana
kadar hep normal bir yol ve kasabadan geçerken neler görüyorsanız öyle bir manzara
var. Ama işte o tepeye varınca arkadaş, ne oluyorsa oluyor... Böyle geniş,
böyle ferah bir manzara yok (Resim 11). Hele bir de karşıdan bağrına rüzgar
geliyorsa... İşte bu tepeden baktığınızda çok yüksekten menderesler arasında sıklıkla
otlamakta olan koyunlar görüyorsunuz. Manzaradaki ihtişam inanılmazdır. Öylece
bakarsın. Bu yaylanın bir ilginç yanı da sürekli rüzgarlı olması (Resim 12).
Sanki bir doğal koridor gibi. Ve herhalde onun etkisi ile hiç agaç yok.
Birazdan ilk fotoğrafın (Resim 11’in) sol tarafında kıvrılarak aşağıya inen
yoldan inip, mendereslere ve oradan da resimde görülmeyen yolun bittiği yerin
ötesine gideceğiz.
Aşağıya o toprak yoldan iniyoruz. Yol bir araç genişliğinde. Bazen bir tekerlek havada gidiyoruz, bazen de mendereslerin sığ olan yerlerinden geçiyoruz. O gün şanslıydım çünkü Bora’nın Alankent’li arkadaşı Bülent yine yanımızdaydı. Yoksa orada bu kadar rahat aracımı kullanamayabilirdim. Bu yaylada genellikle pek kalabalık olmuyor. Yılın sanıyorum Temmuz ayında bir şenlik yapılıyor- tabi o zaman hariç. O zaman bu yayla tıklım tıklım doluyor ve at yarışları yapılıyor (Resim 13 ve 14).
Resim 13. 2013 Temmuz ayındaki şenlikten bir sahne. |
Resim 14. Sanıyorum ki o yılın şampiyonu! |
Evet, devam ediyoruz dedik o yoldan
aşağıya diye. Mendereslere ulaşıyoruz (Resim 15 ve 16). Mendereslerin
yanlarında otlamakta olan koyunlar öyle keyifli görünüyorlar ki aralarından
ayrılmıyorsunuz. Gerçekten çok fotojenik manzaralar ortaya çıkıyor.
Resim 15. Perşembe yaylasındaki bir mendereslerin kenarında otlayan koyunlar. |
Resim 16. Mendereslerden bir görüntü. |
Bu menderesler gerçekten bir doğa harikası. İlerliyoruz toprak yoldan ve
çitlerle ayrılmış büyükbaş hayvanların olduğu bir bölümden geçiyoruz. Birkaç
köy evi var, bir-iki küçük çocuk ama o kadar. Biraz ileride yol bitiyor ama
Bülent devam edelim diyor. Aşağılarda, o ilk fotoğrafta görülmeyen ötede bir
yerde tepelerin arasındaki mesafenin daraldığı ve sert rüzgarlardan artık
tepelerdeki erozyon oranını arttırdığı bakir, taşlık bir yerde hiç beklenmedik
bir sürpriz bizi bekliyor. Bir şelale! (Resim 17). Bu yaylada olmasını tahmin
etmezsiniz çünkü o kadar akan su olmaz diye düşünürsünüz. Burada duruyoruz ve
biraz konakladıktan sonra geri dönüyoruz. Rüzgardan sersem gibi olmuşuz. Benim
saçlar karışmış, Jacksons 5 gibi olmuş. Şelalanin daha da ötesinde neler var
gerçekten bilmiyorum, gitmedik. Ama şunu biliyorum, kendi topraklarını gezip
güzelliklerini görmeden başka memleketlerdeki güzelliklerden bahsetmek bir
eksiklik.
Resim 17. Perşembe yaylasının içlerindeki Çiseligöl şelalesi. |