10 Haziran 2017 Cumartesi

Isparta: Gül bahçeleri

 Mayıs ayının ortalama üçüncü haftası Isparta bölgesinde gül hasadıyla renkleniyor. Daha önce Kuyucak bölgesine lavanta tarlalarını görebilmek için gitmiş ve bu kısa ziyaretimi bir yazıyla paylaşmıştım. Mayıs ayı, yüksek dağlık kesimler hariç birçok yerde doğanın oldukça canlandığı ve çiçeklerin sanki her yerden patlarcasına açtığı bir ay. İşte bu kısa yazıda bu özelliği olabildiğince yalın bir şekilde paylaşmaya çalışacağım. Karadeniz yaylaları üzerine yazdığım önceki yazılarımı okuyanlar bilir. Bütün bunlar yaylaların güzelinin işleri, hep diyorum. Ben onu gördüm. Dünya güzeliyle kıyaslanmayacak bir güzelliğe sahip. Siz de gördünüz mü? Şimdi bakalım ayağının bastığı yerlerde, mayıs ayında buralarda neler olmuş (Şekil 9).
Şekil 9. Güneykent bölgesinde gelincikler.
            Bir sene önce Kuyucak köyüne lavanta tarlalarını görmek için geldiğimde, mayıs ayında bölgede gül hasadı olduğunu öğrenmiştim. Zaten Kuyucak kasabasının içinde gülyağı fabrikası da var. Mayıs ayının üçüncü haftasında bazı tur şirketleri, özellikle Güneykent bölgesindeki bahçe sahipleriyle gül hasadı turları düzenliyorlar. İlgilenenler internetten bu bilgilere ulaşabilirler. Gülleri sabah çok erken saatlarde, gün doğumunda hatta öncesi denilebilecek saatlerde toplamaya başlıyorlar. Ben başkasının güdümünde doğa faaliyetlerini yapmaktan uzak durmaya gayret ediyorum her zaman. Benim tarzım daha kendi akışına bırakılan bir tarz olduğundan, içindeki bilinmezlik faktörü bazen güzel sürprizler hazırlayabiliyor. Yol boyunca bölgenin içinde görebileceğiniz haşhaş tarlaları bunlardan sadece bir tanesi (Şekil 10).
Şekil 10. Haşhaş tarlasından küçük bir kesit.
            Afyon’dan Isparta’ya yaklaşırken görmeye başlayabileceğiniz haşhaş tarlaları, Kuyucak ve Güneykent bölgelerinde oldukça fazla var. Bazı tarlalarda haşhaşların boyunun 1.70 cm’yi geçtiğini bile gördüm. Güneykent’teki gül tarlalarının çevresi tel örgülerle çevrili ve içine girebilme olanağı birçoğunda yok. Ancak Kuyucak bölgesi böyle değil. Bir kısmı henüz yeni yeşillenmeye başlamış lavanta tarlalarının yanında, kimisi haşhaş tarlalarıyla komşuluk içinde birçok gül bahçesi bulunuyor (Şekil 11 ve 12). Lavanta tarlalarının aksine, gül bahçeleri yoğun gül kokusuna sahip. Bu bahçelerde gezinirken, şimdi bu yazıda, sevgiliye en yakışan kokunun gül kokusu olduğunu söyleyebilirim. Gül, şüphesiz ki aşkın kokusudur, aşıkın üstüne siner. Bu bayılıcı etkiyi en yoğun, fabrikanın önünden geçerken hissettim. Kapının önünde fabrika işçileri oturmuş, gölgede dinlenirken içeriden gelen yoğun gül kokusu sanki bir mıknatıs gibi beni içeri çekti. Yok böyle birşey dedim. Sanki fıçılarla içmişsiniz gibi bir etki yapıyor üstünüzde. Tabi bu yaylaların güzeline meftun olanlar için. Taş kalplileri bilmem.
Şekil 11. Kuyucak bölgesinde göle komşu alabildiğince uzanan bir gül bahçesi.
Şekil 12. Kuyucak’taki gül fabikasının hemen karşısındaki gül bahçesinden bir bölüm.
Bu gül bahçeleri arasında gezinirken, arada başka güzellikler de görmek her an karşılaşılabilecek bir sürpriz gibi. Bölge bu dönemde birçok yerde çiçek tarlalarıyla kaplı. Mayıs ayının üçüncü haftası unutmayın (Şekil 13).
Şekil 13. Böyle ne güzel çiçekli manzaralar var buralarda...


29 Kasım 2016 Salı

İzlanda: Dyrholaey ve Vik

Skogafoss’da bir gece konakladıktan sonra sabah hemen yola koyulduk. Hava kapalı, rüzgarlı ve aralıklı olarak yağmur çiseliyordu. Biz artık yeni iklime öylesine alışmıştık ki hiç yadırgamıyorduk. Sadece daha güzel fotoğraflar çekebilmek için güneşli günbatımları ve mümkünse doğumları istiyordum. Şu ana kadar bu mümkün olmamıştı. Programımızda öncelikle Dyrholaey ve hemen onun yakınındaki meşhur “black beach” (Rejnisfjara) Vik’e gitmek vardı (Şekil 32).
Şekil 32. Skogafoss- Vik yolu.
İzlanda’nın güneyi doğa güzellikleri açısından oldukça zengin. Bunların büyük bölümü birbirlerine yakın sayılabilecek mesafelerde bundan dolayı turistlerin ağırlıklı olarak tercih ettikleri bölge esasen Seljalandfoss’tan Jokulsarlon’a kadar (Höfn bölgesinde) uzanan güney kıyıları. Haritada 30 km kadar görünse de siz bu mesafeyi tahminim bir saatte alırsınız. Çünkü yolda özellikle sol tarafınızda sürekli değişik tepeler, hatta temmuz ayında bile rahatlıkla buzullar görmeye başlarsınız (Şekil 33). Dyrholaey, Vik kasabasına yakın sayılabilecek ve içindeki bir arktan dolayı ünlenmiş küçük bir yarım ada. Aslında eskiden burası bir ada imiş. Dyrholaey anlamı delik kapısı bulunan tepe ada. Bu yarım adadan doğu yönüne doğru baktığınızda Vik’i görebiliyorsunuz. Şimdi buraya yavaş yavaş gelelim...
Dyrholaey yol ayırımına geldiğinizde “Dyrholaey 6” yazan bir tabela ve yol ayırımını görecekiniz. Neşeli, hafif virajlı, sağlı sollu güzel manzaralı bir yoldur. 6 km’yi fotoğraf çekmek için dura dura gideceğinizden emin olabilirsiniz (Şekil 34). Ring yolundan (#1) 218 veya 215 numaralı tali yollardan birine sapacaksınız unutmayın (Şekil 32). Biz 215’e saptık. Dyrholaey kendi ilginç yarımada yapısı ve Vik manzarasıyla turist otobüslerinin de uğrak yeri. Eğer tepeye kadar çıkıp batı yönüne ilerlerseniz uzun siyah bir kumsal görürsünüz. Ayrıca kuzeyde Mýrdalsjökull buzulunu da görmek mümkün. İzlanda’nın bazı bölgelerinde daha yoğun olarak görülen puffinlerin (bir cins martı) burada yuvaları var. Puffinler, hiç şüphesiz çok estetikler (Şekil 35). Puffinlerin yuvalarının olduğu tepe koruma altına alınmış. Koruma dediğim sadece bir ip kalınlığında korkuluk yapılmış. Buradan onları görmek ve fotoğraflarını çekebilmek mümkün. İnsanlar diğer tarafa geçmiyorlar. Puffinler de kaçmıyorlar, çünkü onları korkutan olmamış. Bu o kadar belli oluyor ki. Jokulsarlon yarımadası ile ilgili yazımda bununla ilgili fotoğraflar göstereceğim. Kuşların hemen yanlarına kadar yürüseniz de kaçmıyorlar. Bu bizim pek de alışık olmadığımız bir durum. Reykjavik’e 175 km kadar uzaklıkta olan Dyrholaey’de tesis yok ama genişçe bir otopark var. Biz buraya vardığımızda tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Neredeyse her yerde arkalarında Vik manzarasıyla fotoğraf çektirenler vardı (Şekil 36). Tabi büyük bölümü Amerikalı turistler.
Şekil 33. Sıradan bir buzul manzarası.
Buradan ayrılıp Vik’e doğru yola koyuluyoruz. Vik birkaç dakika uzaklıkta. Herhalde İzlanda’daki sahiller arasında siyah kumsalı ve denizden çıkan dik sivri kayalıklarıyla Vik ilk sırada yer alıyor. Tabi burası da Skogafoss gibi düğün fotoğrafı çektirmek isteyenler için ideal bir yer. Bilmem belki aranızda böyle bir hayali olan vardır... Vik’in oldukça geniş sayılabilecek bir otoparkı var. Rahat 150 araç alır. Modern bir tesis ve tesisin önünden meşhur siyah kumsala (Reynisfjara) uzanan ahşap yürüyüş yolu. Tesis, buradaki siyah kumsal konseptine uygun olarak siyah renkte taş dış kaplamaya sahip (Şekil 37). Burada benzinlik yok. Buradan çıkıp anayolda birkaç dakika ilerlediğinizde, Vik kasabasının içinde bir tesis ile birlikte var. Buradaki tesisin yan tarafında iki adet yanyana binanın batı yönüne bakan (!) müşterek tuvalet var. Genellikle önünde sıra bulunuyor. Bir kontrol edelim dedik (Şekil 38). Dedim ya çok kalabalık. Her taraf insan dolu. Binadan Dyrholaey yönüne baktığınızda hem otoparkın bir bölümünü hem Dyrholaey’in ark yapısını ve önceden neden delik kapılı tepe ada denmiş olduğunu anlayabiliyorsunuz (Şekil 39).
Tesisten sahile uzanan ahşap yürüyüş yolunda bir iki dakika yürüdüğünüzde, sahile ulaşıyorsunuz. Biz geldiğimizde çok fazla turist vardı ama şu bir gerçek ki biz high season denilen zamanda buradaydık. Bu sonuç normaldi. Denizden çıkan kayalar aslında özellikle çok dalgalı günlerde buradaki sert atmosferle bütünleşiyor. Keşke öyle olsaydı. Bize böyle bir manzara nasip olmadı maalesef (Şekil 40). Böyle olsaydı burada çok insan olmaz ve ben muhtemelen en az bir saat fotoğraf çekmek için kalırdım. Bu kayalara benzer bir görüntüyü bu yıl Sicilya gezimizde Aci Trezza’da gördüm. Benzer bir etki yaratıyor insanda. Sahilden içeri doğru başınızı çevirdiğinizde, sahile kavuşan tepenin yüzeyindeki basamaklı taş yapı dikkat çekiyor (Şekil 41). Burada ayrıca pek derin olmayan bir mağara (?) da var. Biraz daha dolaştıktan sonra ayrıldık. Bundan sonra seyahatimiz için belki en bombastik noktalardan biri olan Jokulsarlon’a uzanacağız. Tabi önce Vik’teki tesiste benzin molası vermek kaydıyla.
Şekil 34. Dyrholaey yolundan Vik manzarası.
Şekil 35. Dyrholaey’in Vik’e bakan tarafında bir puffin.
Şekil 36. Dyrholaey yarımadasının diğer tarafı. Uçtaki ark bu açıdan hafifçe görünüyor. Genellikle bu arkın fotoğrafını çekmek isteyenler arkı sol taraflarında bırakacak şekilde arkın diğer tarafına gidiyorlar.
Şekil 37. Vik’teki dinlenme tesisi.
Şekil 38. Vik’teki tesiste bulunan iki tuvaletten biri. Birkaç dakikada bir birisini mutlu etmeye çalışan bir yer için fena sayılmaz.
 
Şekil 39. Dyrholaey yönüne bakış.
Şekil 40. Vik sahilinde denizden çıkan sivri kayalar.  
Şekil 41. Vik sahili.
 
 

28 Kasım 2016 Pazartesi

İzlanda: Gullfoss, Seljalandsfoss ve Skogafoss



GeyserStrokkur’dan ayrıldıktan sonra kuzeydoğuya doğru devam ettik. 10-15 dakika kadar uzakta bu bölgenin en güzel şelalelerinden biri olan Gullfoss’a gidecektik (Şekil 19). Bundan sonra yaptıklarımızın çok büyük bölümü planımızın içindeydi. Yola çıktıktan kısa bir süre sonra yoldaki asfalt kayboldu ve kısmen düzgün denilebilecek stabilize yola dönüştü.
 
Şekil 19. Gullfoss (F). Haritadan dikkat edilirse şelaleden akan suların ilerideki bir buzul gölünden geldiği görülebilir.
 
Şekil 20. Lupinus nootkatensis çiçekleri ve arkada buzullar.
“Reykjavik’tenReykjavik’e Büyük İzlanda Turu” yazımda bahsetmiş olduğum Lupinus nootkatensis veya Alaskan Lupine çiçeklerinin olduğu geniş alanlar arkada yukarıdaki haritada görülen buzulla birlikte görülüyordu (Şekil 20). Çiçeklerin görüntüsü gerçekten arkadaki buzul ve temmuzda esen buz gibi rüzgarla öylesine uyum içindeydi ki. Moralimizi her ne kadar çok etkilemese de bir anda fırın gibi olan Ankara’dan (36 derece) gündüz en yüksek sıcaklığın 13-15 derece olan bir yere gelmiştik. Ancak, buradaki 13 derece bile Ankara’daki 13 derece gibi hissedilmiyordu inanın. Belki buzul bölgesinden esen rüzgardan olsa gerek. Tabi içimize sadece termalleri giymiş değildik. Yürüyen lahana gibi kat kat giyinip olabildiğince esen rüzgardan korunmaya çalışıyorduk. Seyahatimizin hemen başında hava değişiminden soğuk algınlığı geçirmemek için bir iki gün önlem almakta fayda vardı. Çiçeklerin olduğu bölgede fotoğraf çekip ilerledik. Yolumuzun sağ tarafında gösterişsiz bir yol ayırımıyla Gullfoss şelalesine ulaşılıyordu. Biz bunu ilk oradan geçtiğimizde göremedik, çünkü tabela bile yoktu. Herhalde 15 dakika kadar daha ilerledikten sonra yol yavaş yavaş stabilize yola dönüştüğünde geçmiş olacağımızı düşünüp geri döndük. Arabayı sürerken pencereyi açtım. Benim gibi şelale delisi mutlaka ona yaklaşırken sesini duyar dedim. Öyle de oldu. Çok yaklaşıp geçtiğimizde arkamızda kaldı dedim. Yine döndük. O gösterişsiz ve ilerisinde küçük bir tesis olan alanı gördük (Şekil 21).
Şekil 21. Gullfoss’a giderken yürüyüş yolu.
Herhalde dedik burası. Park ettik. Oradaki bir kişiye hemen sorup onayladım. Doğruydu. İleriye doğru uzanan ahşap bir yürüyüş yolu şelaleye götürüyordu. Buraya beton dökmeyi (!) akıl etmemişti İzlandalı. Aşağıdan şelalenin giderek artan sesi ve yukarıdaki fotoğraftan da görülebileceği gibi şelaleden saçılan pulverize su uzaktan görülüyordu. Belli ki büyük bir şelaleydi. Ben İzlanda’ya gelirken gidilecek yerler listesine birçok şelale ekledim. Bunlardan sadece iki tanesi için anayoldan sapıp ilave gitmek gerekiyordu. Biri buydu. Diğeri de kuzeydeki Dettifoss. O gerçekten muazzam bir şelale. Şelaleye vardığımızda oldukça sert ve soğuk bir rüzgarın olduğunu, kimi yerde sizi sarsabileceğini söyleyebilrim. Karşıdan gelen pulverize su yağmuru altında fotoğraf çekmek neredeyse imkansızdı. Kamerayı bir an için çıkarıp fotoğraf çekip hemen, kurulayıp tekrar saklıyordum, çünkü anında hem objektif hem de body ıslanıyordu bu mesafeden (Şekil 22).
Şekil 22. Gullfoss.
Henüz seyahatimizin başında kameramda bu yoğun pulverize su yağmurunda bir arıza gelişmesinden çekindiğim için sadece bunun gibi birkaç fotoğraf çektim. Yedek kameram vardı ama yine de risk almak istemedim. Oradan ayrıldık. Şimdi buradan sonra artık güneye doğru hareket edecek ve Seljalandsfoss şelalesine gidecektik. Evet, bugün biraz şelaleli bir gün olacaktı, çünkü bu bölgede İzlanda’nın ünlü şelalelerinden birkaç tanesi var. Hava kapalı ve hafif yağmurluydu. Bir tesiste durup kahve içtik. Keyfimiz yerindeydi. Güneye indikten sonra artık halkaya oturmuş olacaktık. Seyahatimiz nispeten basitleşecekti. En azından Höfn’e kadar hangi yola sapmamız gerektiğini hiç düşünmeyecektik. Çünkü öyle bir yol rotamızın üzerinde yoktu. Bu seyahatte İzlanda’nın dağlık bölgelerine özellikle Landmannalaugar’a gitmeyi istememe karşın aracımız müsait olmadığı için gitmedik. Ancak, zamanımız daha geniş olsaydı sadece oraya giden ve örneğin Jökulsarlon bölgesinden kalkan turlar vardı. Seljalandsfoss’a giden yol görsel olarak çok eğlenceli olmasa da çok sık insanda Karadeniz’de dolaşıyormuşsunuz hissi uyandırıyor.
Şekil 23. Gullfoss-Seljalandsfoss arası rota. Reykholt üzerinden biraz daha kısa bir yol.
Seljalandsfoss ve bundan daha büyük olan Skogafoss yolda ilerlerken görülebilecek şelaleler. Asla kaçırmazsınız. Ben yine de bu yazıda her iki şelaleye ait birçok fotoğraf koyup bu ifademi pekiştireceğim (Şekil 24).
Şekil 24. Seljalandsfoss anayoldan böyle görünüyor. Nispeten “zarif bir şelale”.
Şelale fotoğraflarının en büyük faydası onların neye benzediklerini hafızaya almak ve böylelikle hemen tanımak. Yine de ben daha önceden Seljalandsfoss’un birçok fotoğrafını görmeme karşın, böyle uzaktan çekilmiş bir fotoğrafını görmediğimden uzaktan hamsiyi gören Karadeniz’li gibi acaba Samsun mu yoksa Perşembe hamsisi mi hemen ayırt edemedim. Ancak, bu şelale dünyadan birçok fotoğrafçının uğrak yeri... Seljalandsfoss, birkaç yıl önce patlayan ve adının telafuz güçlüğüyle ünlenen Eyjafjallajökull yanardağının buzulunun devamı olan Seljalands nehrininden kaynaklanan ve ortalama 60 m kadar yüksekten dökülen bir şelale. Yoldan sola doğru ayrılan bir tali yol ile otoparka ulaşılabiliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi burada oldukça fazla turist var. Çok büyük olmamakla birlikte otoparkın yanında tuvalet de var ama tesis olarak çok birşey beklemeyin. Toprak bir yürüyüş yolu ile şelalenin yanına ve oradan da merdivenlerle şelalenin arka bölümüne rahatlıkla geçebilmek mümkün (Şekil 25 ve 26). Burada biraz ıslanırsınız ama Gullfoss kadar sanmam. Çok estetik ve zarif bir şelale. Keşke biz buraya geldiğimizde hava güzel olsaydı... Burada 15 dakika kadar dolaşıp fotoğraf çektikten sonra yola devam ediyoruz.
Şekil 25. Seljalandsfoss ve yanındaki merdivenler. Şelalenin arka böümüne geçenleri de görebilirsiniz biraz yakın çekim.
Ortalama 30 km kadar doğuda bizi bekleyen Skogafoss’a doğru ilerliyoruz. Skogafoss, Skoga nehrinin denize dökülme noktasında ve denize oldukça yakın sayılabilecek genişçe (25) ve 60 m yüksekliğinde bir şelale. İzlandadaki birkaç fantastik şelale arasında belki de turistlerin buraya çok gelmesinin de etkisi olarak en meşhur şelalesi diyebilirim. Şelaleye daha yaklaşırken size koca bir merhaba diyor (Şekil 28). Burası sanki panayır alanı gibi (Şekil 29). Coldplay şurada bir konser yapsa yıkılırdı İzlanda diye düşündüm. Her yerde çadırlar ve turistler dolu. Büyük çoğunluğu genç turistler. Yaş ortalamaları 20-35 arasında kişiler. Daha gençler de var, hem de çok. Zaten artık giderek doğuya yer değiştirdiğimizden yaşlı turist, özellikle turist kafileleri adeta birdenbire buharlaştı. Skogafoss gerçekten çok güzel ve seyretmeye doyamayacağınız bir şelale. Burası İzlandalılar arasında da çok popüler. Düğün fotoğrafı
Şekil 26. Seljalandsfoss kısmen arka yukarıdan bakış.
Şekil 27. Skogafoss’a gidiş...
 
Şekil 28. Skogafoss.

Şekil 29. Skogafoss.
 
çektirmek için yaz kış buralara gelen çiftler çok. Şelalenin düştüğü yere çok yaklaşamıyorsunuz, çünkü inanılmaz pulverize su bulutu sizi bir saniyeden kısa sürede sırılsıklam yapabiliyor. Yan tarafında yukarıya uzanan bir merdiven var. Merdiven benden 10 tam not aldı. Her mevsim için yapılmış, sağlam ve asla kaymayacak bir tasarım (Şekil 30). Burada yürüyüş yolunun hemen başında içinde tuvaletinin de bulunduğu ve oradaki kampingcilere hizmet eden bizdeki sokak tostcularına benzeyen bir iki tesis olmakla birlikte, buranın hemen çevresinde birçok otel var. Ben de işte bu şelalenin cazibesiyle buradaki otellerden birisinde konaklama ayarlamıştım. Zaten doğuya doğru gidildikçe, otel seçenekleri apansız düşüyor ve çoğu 2 veya 3 yıldızlı olan, bir ailenin işlettiği adının otel olarak booking.com’da geçen “evler”. Yani banyo-tuvalet olayı bir anda müşterek oluyor. Evet öyle şekerim. Buralara geleceksen bunu bilesin. Ben, örneğin Skogafoss’daki belkide en doğrudüzgün ve büyük görünen ve otel görünümlü otelden (2 yıldızlı- Hotel Edda Skogar) booking.com’da rezervasyon yapmama karşın, otelde orada bu gerçekle karşılaşınca (sonradan göreceklerimi bilemeyeceğimden) önce kısa süreli bir şaşırdım. Resepsiyondaki görevliye bir hata olup olmadığını sorduğumda sadece otelde değil, ülkenin birçok yerindeki otelde durumun böyle olduğunu söyledi. Yapacak birşey yoktu. Kadir abi de durumu yadırgadı başta ama burası böyleydi. Banyo ile ilgili daha değişik fantazi yerler de gördük, yeri gelince anlatırım. Otele girdiğimizde saat 22:00 geliyordu ve acayip acıkmıştık. Restorantına girip yemek yiyelim dedik. Kapalı olduğunu söylediler. Ama nasıl olduysa, evet nasıl olduysa resepsiyondaki kızın etkisiyle midir anlamadım, şef bizim için bir sofra yaptı. Bu normalde İzlanda da gerçekleşmesi herhalde hiç beklenemeyecek bir olaydır. İnanın, İzlanda’nın geri kalanında kısa sürede bu kadar iyi hazırlanmış bir yemek yemedik. Peki ne yedik? Zannetmeyin ki ülkemizdekilerle karşılaştırılabilir düzeyde birşey olsun. Bu mümkün değil. Bunları burada yazayım hemen. Öncelikle tereyağlı ekmek. Aaa öyle demeyin şimdi. Burada çok önemli. Sanıyorum bir tane tereyağı markası var o da Smjör. Tadı fena değil, Karadenizdekilerle aşık atamaz ama fena değil. Tereyağlı ekmek ve yanında çorba: genellikle koyun eti bulunan sebzeli çorba buranın altın standart yemeği. Ama bugün biz çok şanslıydık. Peynir tabağıyla gelmişti. Ayrıca, gravlax gibi muamele dilmiş Arctic Char (Salvelinus Alpinus) servis ettiler (Şekil 31). Tadı gravlaxtan daha yavan. Bize söylemediler tabi ki ama sonradan biz öğrendik, bunların hepsi bazı fyordlarda gözlerden uzak havuzlarda yetiştirilen balıklar. Yani İzlanda’ya gidip havuz balığı yedik. Bir tesadüf olsa gerek diye düşündük ama öyle olmadığını gördük. İzlandalılar çevrelerindeki denizlerden avladıkları balıkları satıyorlar. Yanlış olmasın ama nerdeyse TAMAMINI. “Balıkçı kasabasına” gidip, denizde avlanmış balıkları bizzat “görüp” “havuz balığı” yemek zorunda kalabilirsiniz. Biz yaşadık bunu. İleride yazacağım. E o zaman ben balığa çıkıp yakalasam da yesem? Onu da yaptık anlatacağım. Bu oteldeki tabağı özellikle anlatıyorum. İşte bu smoked denen ama olmayan, daha çok gravlaxa benzeyen alabalık ile buraya özgün Cin ve tonik içiyorlar. Cin-Balık yani Rakı-Balık gibi. Kombinasyon fena değil ama benim tarzım değil. Devam edecek...
Şekil 30. Skogafoss merdiven detayı.
 
Şekil 31. Cin-alabalık.
 

25 Kasım 2016 Cuma

İzlanda: Reykjavik’ten Thingvellir Ulusal Parkı ve Strokkur Geyser

 
 İzlanda’ya yolculuğumuz Ankara’dan başladı. Bazı konuların detaylarına sırası geldiğinde gireceğim ki siz yapmaya kalkışırsanız, başınıza gelebilecekleri şimdiden tahmin edin. Öncelikle Ankara’dan Münih’e ortalama 3-3:15 saat süren bir uçak yolculuğu yaptık. Lufthansa havayollarıyla yaptığımız bu yolculukta açık söylemek gerekirse bilet alımından, uçağa binene kadar gereksiz birçok problem yaşadık. Bunları özellikle yazmak istiyorum dikkat edin diye. Lufthansa havayolları her ne kadar dünyanın en bilmeme sırasındaki havayolu şirketi olsa da ülkemizde tecrübe ettiğim hizmeti şöyle: bileti satın almak için eğer interneti kullanmamışsanız vay halinize... Ankara Esenboğa veya İstanbul Atatürk Havalimanlarındaki büroya “yüzlerce kez” telefon açıyorsunuz ama cevap veren yok. Tadından yenmez bir durum. Sonradan öğreniyorsunuz ki buradaki personel hakkında bilmediğiniz bir gerçek var: sadece uçaktan birkaç saat önceden gelip, sonrasında hemen ayrılıyorlar. Peki uçak ne zaman kalkıyor ki ona göre bürodakileri yakalamaya çalışayım? Böyle bir saçmalık var mı? İşte böyle olunca yakalamanız tesadüfen olabiliyor. Yani saatlerce arayıp boş çalan bir telefonla karşılaşabilirsiniz. Ben bunu bir yolcunun bileti için maalesef yaşadım. Bilet alırken bilgilendirme yetersiz oluyor. Unutmayın, onlar bagaj konusunda sizi asla uyarmayacaklardır. Örneğin, size uygun fiyatlı bir ekonomi yolcu bileti olduğunu söyleyebilirler ama bu biletin bagajsız/veya sadece kabin bagajlı yolcu için olduğunu söylemezler. İşte onları, siz potansiyel bir Lufthansa yolcusu bilinciyle uyaracak ve kontrol etmesini isteyeceksiniz. Ben bu söylediklerimi bizzat yapmama karşın (bagaj hakkını kontrol ettirmek dahil) aldığım biletlerden bir tanesinin gidişini yine de sadece kabin bagajlı kesmeyi başardılar. İnternetten konfirmasyon mesajı geldiğinde görebildim. Telefonda konuştuktan bir süre sonra geldi. Onlara sadece büyük bir yuh! diyorum. Sonradan düzelttirmek için defalarca aradım ama dediğim gibi telefonu açmıyorlar. Ayrıca, bu ikinci yolcu için bileti alırken, telefon hattındaki görevli uçakta sadece bir adet ekonomi bileti olduğunu söyleyip onu bana verdiğini söyledi. Külliyen yalanmış. Uçağa bindik ki neredeyse bomboştu. Uçakta hosteslerden bir plastik bardak istedik (viski içmek için) bardağı neden istediğimizi sordular. “Şekerim sizin ikram etmediğiniz viski için” dedik mecburen. Zaten doğru dürüst servisleri yoktu. Sanki tatile değil toplama kampına götürüyorlardı bizi yahu. Şimdi Türk havayollarıyla gitseydik bırak bu soruları sormayı, hostesler memnun etmek için viski üzerine viski koşuşturur, mezeler havalarda uçuşurdu. Bir ayak masajı yapmadıkları kalırdı. Hele yolculuğun şöyle 20. dakikası gibi o mikrofonikleştirilmiş ve hep aynı olan pilot sesinden “Sevgili yolcular kaptan pilotunuz konuşuyor...” duyulmuyor mu? Burada o bile yoktu. Maalesef Türk Havayollarının İzlanda’ya seferi yok. Hep bundan oluyor bu işler.
            Münih’e indik. Bir sonraki adım için önümüzde birkaç saat vardı. Yemek yedik biraz dolaştık. Münih-Reykjavik arasını yine Lufthansa ile gittik ama bu sefer ilk yolculuğumuz gibi değildi. Sanki bütün Almanya değil dostum, Birleşmiş Milletler toplantısı varmış gibi her memleketin temsilcisi Reykjavik’e gidiyor düşün. O köhne uçan teneke yerine, Airbus A321 vardı bu sefer. Oldukça büyük sayılabilecek bir uçak ve konforlu bir uçuştu diyebilirim. Bunlar benim için önemli, çünkü uçaktan korkan yolcular arasında olduğumu söyleyebilirim. Ortalama 4 saat kadar süren bu yolculuğun bir kısmından sonra güneş “doğmaya” başladı ve kendilerinin İzlandalı olduklarını hemen anladığım birkaç kişi hemen uçaktan sıkılıp volta atmaya başladılar. Hatta kalkış hariç çok büyük bir bölümünü ayakta gidenler bile oldu. Belki de bu yolcular havaalanı trafik polisi ceza kesmesin diye uçak kalkarken koridora çömelmiş ve aslında son anda 2. pilottan bilet almış ayakta seyahat eden yolculardı. İşte bundan airbus dedi almanlar bu uçağa (Dalga geçiyorum). Nefis bir yolculuk, şahane servis, güzel hostesler ve kızıl bir gündoğumunun bizi adeta karşıladığı bir gökyüzü ile seyahatimiz sona erdiğinde orada gece saat 01:00 civarındaydı. Yani daha güneş yeni “batmıştı”. Eveet. Biraz yorgunduk ama daha şimdi başlıyordu şölen. Reykjavik havalimanı her yıl binlerce turist gelmesine karşın İzlandalıların cimriliğinden küçük, bakımsız ve köhne bir havalimanı olarak gerçeğini koruyor. Bizim ülkemizdeki bütün havalimalarından daha kötü olduğunu net söyleyebilirim. Bir kargaşa, bir kaos. Et ete, yapış yapış her yer. Bagajları aldığınız yere geldiğinizde bagajınızın kaybolmuş olduğunu düşünebilirsiniz. Bir de bizi beğenmezler bunlar. Havalimanından çıktığınızda otobüse bitmek için temmuz soğuğunda yürümek ve beklemek zorunda kalacağınızı şimdiden bilin. Biz otobüse binmek zorundaydık, çünkü aracı havalimanının bir ucundaki araç kiralama ofisinden alacaktık.
            Ofise gittik. Aracı aldık. Aracı alırken burada mutlaka taş çarpmalarına karşı sigorta yaptırın, çünkü İzlanda’nın bazı yolları biraz hallice stabilize yol gibi. Peki yanıma GPS alsam mı veya araç için navigasyon alayım mı? diye sorabilirsiniz. Bence cevap evet. Ben giderken yanıma bir GPS cihazı alıp, ona Nordik harita yüklettim. Ayrıca araç için navigasyonu da aracı teslim aldığımız yerden aldık. Peki sonunda ne kullandık? Yola çıkmadan önce telefon hattım ve internet için operatörden bir paket almıştım. Kendi cep telefonumdaki harita ve navigasyonu kullandım. Ziyadesiyle yetti. Ancak, İzlandanın halka (ring) değil ama dağlık bölgelerinin derinlerine tek başınıza gidecekseniz ve beni yanınızda götürmüyorsanız alacağınız olsun. Hayır hayır. GPS gerekir diye düşünüyorum. Yine de çok problem değil, diyorum ya beni yanınıza alın kaybolmazsınız, söz. Havalimanı Reykjavik arası 45 dakika sürüyor. Aracı aldık. Görevliye Reykjavik’e ne kadar sürede gidebileceğimizi sorduk. Belli olmaz, bugün cumartesi gece hayatı var. Yollar çok kalabalıktır. Uzun sürebilir dedi. Arkadaş nereye geldik biz dedik. İzlandalı da İstanbulludan az değilmiş. Yola çıktık. Giderken alacakaranlığın artmadığını ve tam karanlık olmadığını bilakis gökyüzünün aydınlanmaya başladığını gördük. Bu benim için iyi haberdi. Şehire vardığımızda Kadir abiye dedim ki “farkettin mi doğru dürüst ne bir araba ne de insan gördük”. Araç kiralama ofisindeki çocuk İzlanda kriterlerine göre konuşmuştu herhalde. Toplam 300.000 nüfüslü İzlanda da -gözünü seveyim- ne kalabalığı ve trafiği olabilirdi ki?
            Otele geldik. Yorgunduk. Check-in ve doğrudan havada süzülürken pijama giyilir ve doğrudan uyku. Zaten birkaç saat uyuyup kalktık. Sanki vakumlu poşetlerde saklanmış ve ilk günkü tazeliğini koruyan fıstık gibi hissediyorduk. Kahvaltıya indik. Nordik kahvaltı bizim alıştığımızdan oldukça farklı. Bu yazı dizisinin sonunda size klasik İzlanda kahvaltı tabağının fotoğrafını göstereceğimden şimdi geçiyorum. Sebze ve meyve seçenekleri burada oldukça zayıf. Çoğu plastik görünümünde ve tatsız. Gerçi bizde de tarım reformuyla artık eski yediğimiz kokulu domatesler bulunamıyor ama buradaki bir başka level dostum. Açık büfede genelde “kuru” denilebilecek bir kahvaltı görüntüsü var. Tost malzemeleri (peynir jambon vs), biraz marmelat, tereyağı (Smjör-bunu unutmayın), yulaf çeşitleri, süt ve buraya özgün yoğurt olan Skyr. (Şekil 3). Aşağı yukarı bu kadar. Skyr ilk gördüğümde tam anlayamadığım bir üründü. Burada çok popüler. Süzme yoğurt kıvamına yakın ve bizim yoğurttan daha lezzetli. Proteinden zengin, yağ oranı az ve besin özelliği bizim yoğurt ve kefirden daha yüksek. Gerçekten öyle. Dilerseniz internetten araştırabilir, hatta Skyr starter sipariş edebilirsiniz. Ben yaptım ve şimdi kendim için İzlanda yoğurdu yapmaya başladım.
            Elimde kameramla biraz çekinerek de olsa çevremde fotoğraf çekmeye başladım. Zaten bu iş için gelmiştik. Hava kapalı ve Ankara’dan soğuktu (Ankara 36, Reykjavik 13 derece). Çok dert değildi, çünkü hazırlıklı gelmiştik. Zaten birkaç gün içinde alışacağımızı düşünüyorduk. Çevremizde çok fazla Amerika’lı turist vardı ve her zamanki gibi genel kibirli hallerini koruyorlardı. Hele dönüşümüzde uçağa herkesten önce binmeye çalışan bir grup Amerikalı’yı görmenizi isterdim. İbretlikti. Artık Trump etkisiyle cahil ve ekonomik olarak zayıf olan orta direk Amerika’lıların neler yapacağını hep birlikte göreceğiz. Dışarı çıktık. Turist oldukları her hallerinden belli olan insanlar ortalıkta dolaşıyorlardı (Şekil 4).
Şekil 3. İlk gece konakladığımız otel. Birçok konuğun yabancı turist olduğunu söyleyebilirim.
Şekil 4. Sanıyorum bu fotoğrafta hem öndeki hem de arkadaki birbirinden bağımsız olan iki grubun tamamı yabancı turist.
Süpermarketten su alıp yola koyulduk. Bunu özellikle yazdım. Burada pet su almanıza gerek yok, tüm sular içilebiliyor deniyor. Ama bu suların büyük kısmı (musluk ve duş dahil) kaplıca suyu gibi kokuyor biliyor musunuz?. Kokmayan da var ama bunun garantisi yok. Ben yola çıkmadan önce yanıma “life straw” almıştım (bkz. http://lifestraw.com/). Bu tip yerler için tavsiye ederim. Gerekirse dereden bile rahatlıkla içersiniz.
     Yolumuz uzundu. Başlangıçta hemen kaybolacakmışsın hissi gelse de dolaşmak için koca bir ülke bizi bekliyordu ve zaman aleyhimize işliyordu. İlk önce genellikle turistlerin gözlerini boyamak için yutturulan “golden circle” ‘ın bir bölümünü görecek (Şekil 5) ve oradan güneye doğru hareket edecektik. Şimdi bakalım bu yazıya ne kadarını yazacağım..
Şekil 5. İlk etapta Reykjavikten (C noktası) Thingvellir (D) ve oradan da Geser Strokkur (E).
    Reykjavikten Geyser Strokkur’a doğru yola çıktık. Buradaki geyser ülkedeki belki yüzlerce geyserden biri sadece. Kuzeyde de ayrıca gideceğiz ve bundan daha geniş ve büyük bir alana yayılmış, daha güzel olanına. Ancak, dedim ya burası 1-2 saat uzaklıkta olduğundan, birçok turist kafilesinin gözlerini boyamak için harika bir yer. Thingvellir için ayrıca bir yoldan gidilmiyor. Haritadan da görülebileceği gibi yarı yolda sağ tarafınızda bir hafif yol ayırımıyla hemen ulaşabileceğiniz bir yer. Zaten İzlanda da birçok yere ulaşım ve düzgün tesis bu anlamda var, çünkü onların bir numaralı geçim kaynakları doğal güzellikleri “görsel olarak” pazarlamak. Kendisini satmak değil. Büyük şelalelerin tepesine kadar uzanan düzgün merdivenler sadece bizim ülkemizde hayal. Burada gerçek ve detaylarıyla göstereceğim. Benim aslında Reykjavik’ten 40 km kadar kuzeydoğuda bulunan Thingvellir ulusal parkına gitme planım yoktu. (Şekil 6) Arabayla giderken Kadir abi gördü tesadüfen. Benim neden yoktu? Çünkü yaş ortalaması yüksek turistler için cazip olan bu park hep insan dolu oluyordu ve o kadar insan da doğa fotoğrafı çekmek istediğiniz zaman kompozisyonu ne kadar güzelleştiriyor bilmem. Birazdan siz karar verin. Yol tek şerit asfalt yol olup, İzlanda’yı çevreleyen halkanın doğu-kuzey bağlantısının bir bölümü hariç böyle. Duble yol yok kardeşim burada. Paralı yol yok. Şehirlerarası yolda yola pusu kurmuş radar hiç yok. Ama saygı var. Böyle olunca yol boş diye basmıyorsun. Zaten gaza basıp çok hızlı gidebileceğin yollar kesinlikle değil. Bence İzlanda geneli için şöyle bir ortalama oldukça gerçekçi: saatte maksimum 80-90 km. Bazen bu 40-50 km'ye düşmek zorunda kalır. Hele manzara güzelse bizim gibi 50 km’de git dur. Dolayısıyla, yola çıkarken bunu bilmek lazım. Bir de benzin istasyonları olayı var burada. Yeri gelince onu da anlatayım. Eksik birşey kalmayacak, merak etme. Burada gerekli tüm bilgileri (dilersen beni de) alıp, doğrudan İzlanda atlarının yelelerini okşamaya gideceksin. Evet, dediğim gibi Kadir abi gördü burayı. Hadi bir girelim dedi. Ben etimoloji konusundaki merakımdan dolayı hemen oracıkta aksansız İzlandacayı sökmeye başladım. Thing (şing) diye okunuyor, Thing, King yani Kral, vellir ise valley yani vadi. Voila! Kral vadisi... işte bu kadar! Ama bu değilmiş dostum. Thing “buluşma, bir araya gelmek” vellr ise “mera, otlak” anlamı varmış. Yani toplantı alanı. Çünkü burada ilk İzlanda parlamentosu kurulmuş (930 İ.S.). Görsel olarak çok etkileyici olduğu söylenemez. Az derinlikte bir vadi ve çevresi bir hayli sulak. Girişte geniş sayılabilecek bir otopark, orta büyüklükte modern ve güzel bir tesis ve vadiyi yukarıdan izleyebileceğiniz ahşap bir yürüyüş yolu sizi karşılıyor (Şekil 7). Burayı ünlü yapan konulardan biri ülkenin ataları denen ve tüm ülkede neredeyse hiçbir izini bulamayacağınız Vikinglerin ilk gelip yerleştikleri yer olması (bize söylenilen bu. Yalansa da İzlanda yalanı). Burada temmuz ayında bile kıçlarının donduğu kesin ve buralarda ne buldular da yediler bilinmez. Yani biz “bu kuzu tandır az pişmiş kemikten dökümüyor” falan diye şikayet ederken bunlar rotten shark’ı boşuna keşfetmediler. Rotten shark ne midir? İlginizi çekerse https://www.youtube.com/watch?v=-xhfJRdwHnU videosunun ortalama yarısından sonra Gordon Ramsay’ın Brennivin- Rotten Shark tecrübesini izleyebilir, yetmez ve ben de evde bundan yapmak istiyorum derseniz https://www.youtube.com/watch?v=mbYqznD0R5M linkinden tarifini alabilirsiniz. Biz İzlanda’da sudan çok Brennivin içtik ama Rotten Shark’ı yemeye nail olamadık. Evet, neyse dönelim konumuza. Ancak burası için bence yukarıdaki hikayeden daha ilginç olanı burada orta atlantik sırtın krestinin geçtiği bir vadi ve kuzey Amerikan-Avrasya tektonik plakalarının birleşim yerinin bulunması. Yani iki kıta İzlanda’nın tam ortasından geçen bir hatta birbirlerinden ayrılıyorlar. Asıl doğa olayı budur. Bazı turistler buradaki Thingvallavatn gölinde dalmak ve Silfra yarığındaki tektonik plakaların birbirinden ayrıldığı bölgeleri görmek gibi aktiviteler yapıyorlar. Ama dediğim gibi programda olmayan bir aktiviteydi bu bizim için.
       Platforma doğru yürüyüp şu Amerikalı turistlerden boş bir yer bulursanız, bir önceki fotoğrafa göre sağ öne doğru baktığınızda göreceğiniz manzara Şekil 8’de. Sola doğru ilerlediğinizde, platform sonlanıyor ve aşağıya doğru vadinin uzanan bir bölümü var. Burada düzgün bir yürüyüş yolu yapılmış (Şekil 9). Ayrıca platformun alt kısmına denk gelen alanda daha doğal bir yürüyüş yolu ile vadiyi gezebilmek mümkün. Daha detaylı bilgi arayanlar http://www.thingvellir.is/english.aspx sitesinden bulabilir. Belki birçok turist için çok ilginç gelebilir bu vadi. Ama biz bir arkadaşa bakıp çıkacağız diyecek kadar kaldık. Yolumuz uzundu.

Şekil 6. Reykjavik-Thingvellir ulusal parkı arasındaki yol.

 
Şekil 7. Otoparktan 200 m kadar yürüyünce bu ahşap yürüyüş platformuna ulaşıyorsunuz. Böylelikle kısmen vadiyi, biraz da o sulak bölgeyi görebilmek mümkün.




 



Şekil 8. Platform’da görünüm.





 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 


 
 

Yolda ileride Selfoss-Geysir kavşağında Geysire’e doğru sola döndük. İleride çiftliklerde İzlandik atları görmeye başladık (Şekil 10). Durup inmedik, çünkü bunlardan daha çok göreceğimizi biliyorduk. Bir süre daha ilerledikten sonra Geysir’e geldik. Şimdi burayı biraz detaylıca anlatacağım ki böyle bir tesiste neler var bilelim. Öncelikle tesis... Tesis demek nimet demek, çünkü çok sık tesis yok. Bu hem benzin, hem de birşeyler yemek-içmek, alış-veriş veya tuvalet anlamında önemli. Alışveriş dediğim hediyelik eşya. Çoğu normalin çok üstünde pahalı ürünler. İzlanda, hediyelik eşya anlamında Avrupa’nın genelinden saçmalık derecesinde çok daha pahalı. İzlanda’nın tüm güney bölgesinde Vik’e kadar tesis ve benzinlik sıkıntısı yok, rahat olun. 100-200 km aralığında mutlaka bunlardan görürsünüz. Kaçırmazsınız, çünkü hepsi anayol üzerinde. Ama gördüğünüzde nasılsa bundan hemen sonra bir tane daha vardır demeyin, çünkü yakında hiç yoktur (Şekil 11-12). Tesisler modern yapılar olup aşağı yukarı aynı büyüklükte ve donanıma sahipler. Yemek çeşitleri çoktur ve genellikle kötü değildir. Ortalama bir İzlandalı’nın beyninin işleme şeklinin bizdeki “çarıklı erkan-ı harp” karşılığı kurnaz ve ahlak yoksunu zihniyet olduğunu bilin. O hep sizden olabildiğince almaya ve gizlice kandırmaya çalışacak,

Şekil 9. Thingvellir ulusal parkı.
kendinin zeki, sizin aptal olduğunuzu düşünecektir. Bunun çok tipik “cahiliye devri” insanının beyin çalışma şeklinin olduğunu ve ırklar arasında farklılık göstermediğini burada demonstratif olarak görebilirsiniz (Şekil 13). Gelelim benzin almaya. Burası başlangçta garip gelecek ama korkma. İzlanda’da benzin istasyonları acaba nerelerde var diye merak ediyorsan
http://www.skeljungur.is/english/consumer/gas-stations/?name=West
http://www.olis.is/english/stations/ob-kirkjubaejarklaustur/137

sitelerine bakmanı öneririm. En çok bulunanı N1. İstersen, bu tesisin kasasından (burayı yavaş oku), kasa dediğim hediyelik eşya veya yiyecek için ödeme yaptığın tesisin kasası, ben benzin kartı almak istiyorum deyip 10.000 izlanda kronuna kadar dolan bir kart alabilirsin. Bence en iyi seçenek bu. Bunun şu faydası olacaktır: benzin ödediğinde, bu kartı kullanırsan sen ne kadar benzin aldıysan sadece onun karşılığı tutar o karttan çekilecektir. Zaten öyle olması gerekmiyor mu deme. Burası İzlanda diyorum anlamadın henüz. Ben bu işlere girmem dersen ve kendi kredi kartını kullanırsan şöyle bir hadise oluyor: 1. Zaten benzini kendin alıyorsun, biliyorsun değil mi? Yani sana birisinin, yardım etmesini bekleme. 2. Benzinlikte, kartını yerleştirdiğin ve sana aşama aşama ne yapman gerektiğini bildiren bir ödeme bölümü var (Şekil 14). Eğer kendi kredi kartını kullanırsan ve örneğin 1000 kronluk bile benzin alsan, ödemeden hemen sonra bankandan cep telefonuna “kredi kartınızdan 25000 kron çekilmiştir. Kartınız kullanıma kapatılmıştır” diye mesaj geliyor. Ne güzel değil mi? İşte soğuk havada ısınmanın en kolay yolu. Korkma. İzlanda’dasın diyorum. İzlanda’da işler böyle yürüyor. Önce alınabilecek en büyük tutarı hörk diye söküyorlar. Sonra bunun içinden gerçek kullanım dışındaki kısmı hesaba geri düşüyorlar. Dolayısıyla kredi kartıyla ödeme yaptıysan, bankanın işlemi onaylamasına izin ver. Dedim ya çarıklı erkan-ı harp zihniyeti. Önce ne kadar söksem, yolsam. Daha neler göreceksin medeniyet adına bir bilsen şu canım İzlanda’da. Benzini aldın. “Oh” dedin nasılsa Murat bana bunları söylemişti önceden. Artık bir kahve içeyim. Ne kadar ödeyeceksin biliyor musun? Ortalama bir Americano 600-800 Kron, bir shot Brennivin (İzlanda votkası diyelim) 900 Kron (Şekil 15). Bunun ne demek olduğunu şöyle anlatmaya çalışayım… Bir ŞİŞE Brennivin havalimanında (ki burasının da marketten pahalı olduğunu unutma) 900 Kron. İstersen Reykjavik’e ilk geldiğinde oradaki bir marketten sen en iyisi mi bir şişe Brennivin al. Benim içi de bir shot dik (veya benimle). Yoksa artık biliyorsun: Bir şişe fiyatına bir shot. İzlanda’ya hoşgeldin.
Şekil 10. Bir çiftlikte İzlanda atları. Bu atlar zannedildiği gibi vahşi doğada tek başlarına dolaşmıyorlar. İzlandalı bunları öyle başıboş bırakmaz emin olun. Biz bütün ülkede hep aynen bu şekilde dikenli çitlerin içinde İzlanda atlarını gördük.
 

Şekil 11. Geysir’deki tesisin içi.
 









Şekil 12. Tesis’in dıştan görüntüsü.

Şekil 13. Tanıdık geldi mi? Hani bizde “dışarıdan içeçek yiyecek getirmek yasaktır” ifadesine benzemiyor mu?

Şekil 14. Bizim Kadir hoca ödeme bölümünde işlem yaparken.

Şekil 15. İzlanda kronu.
Giderken yanıma İzlanda kronu alayım demene gerek yok. Zaten bulamazsın. Dolar veya Euro götür sana İzlanda kronu olarak geri ödeyeceklerdir. Euro veya dolar geri ödemesi yapmazlar bilesin. Şimdi benzinimizi almış, kahvemizi de içmiş olarak yolun hemen karşı tarafındaki geysire geçelim. İzlanda, sıcak yeraltı su kaynakları konusunda çok zengin ve ülkede ısınma ve sıcak su bu şekilde sağlanıyor.
Ortamda yoğun ve hoş olmayan bir gaz kokusu olduğunu, küçük su akıntılarının aslında oldukça asitli bir kaynaktan geldiğini ve ilerlemekte olduğun patikanın ilerisinde ortalama 10 dakikada bir bir geysirin havaya püskürdüğünü düşün. Böyle bir yer. Çok turist var çok (Şekil 16-18). Ve hepsi aslında burada içerideki en büyük Geysir’in patlamasını izlemeye gelmiş insanlar. Gerçekten ilginç bir görüntü, görmeye değer bir doğa olayı. Tavsiye ederim. Her ne kadar patlama olayı ilginç olsa da çok geniş olmayan ve çevresi görsel olarak çok değişik olmayan bir yer burası. İlerideki yazılardan birinde kuzeyde Myvatn bölgesindeki bir geyser alanına gireceğiz. O bundan çok daha güzel ve geniş bir alanda bulunan bir doğa harikası (her ne kadar öyle kokmasa da). Şimdi buradan çıkıp biraz daha kuzeye doğru gideceğiz. Çok ileride değil, orada bizi bekleyen ve İzlanda yaylalarına gelmeden hemen önce bulunan Gullfoss var. Onu bir sonraki yazıya bırakıyorum…

Şekil 16. Strokkur Geysir’e ilk girildiğinde soldaki küçük ama fokurdayan kaynaklar.


Şekil 17. Evet biraz daha yaklaşıyoruz.

Şekil 18. Tam patlama anında Strokkur Geysir- sizler için.