2 Mayıs 2014 Cuma

Trabzon/Sidiksa


Sidiksa
         2014 yılı Nisan ayında gitme fırsatımızın doğduğu bu köye asıl gidiş sebebimiz bir meslektaşımızın köyü olması. Geçtiğimiz iki sene (2012-2014) Ordu ili ve çevresindeki tabiat güzelliklerini olabildiğine gezmeye çalıştığım için doğuya doğru hareket etmenin de vaktinin geldiğini çoktan düşünüyordum.
Bu anlamda benim için de bir vesile oldu. Asıl Rumca adı Sidiksa olan bu köye bir cuma akşamı iki arkadaşımızın mesai çıkışında Ordu’dan hareket ederek başladık. Arkadaşlarımızdan biri Karadenizdeki seyahatlerimdeki yol arkadaşım Bora Aşar ve diğeri de bu yolculuğumuzun başrolündeki köyüne gittiğimiz Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik. Yola çıktığımızda saat 16:00 civarındaydı ve hava arada açmakla birlikte genelde kapalı ve yağmurluydu.
Tirebolu civarında bir çay molası için durmaya karar verdik. Ben daha önceden de Rize, Artvin ve Batum seyahatlerimde defalarca burada mola vermiştim, çünkü yol boyunca karşılaşabileceğiniz düzgün tesislerden biriydi. Tirebolu civarında “Tirebolu 42” ambalajıyla pazarlanan bir çay var. Özellikle Karadeniz çaylarını sevenler için bağımlılık oluşturduğunu söylüyorlar ama bana hiçbir zaman keyif vermedi. Belki çayla aram çok iyi olmadığındandır. Tesiste kahvaltı ve restorant hizmeti de veriliyor ve fiyat-hizmet kalitesinin de Karadeniz standartlarının biraz üstünde olduğunu düşünüyorum (Resim 1-3).
Resim 1. Tirebolu civarında mola verdiğimiz tesis.
Çay her zaman çok taze geliyor. Daha doğrusu hemen sizin için demliyorlar. Buralarda süzgeç kullanılmaz, aklınızda bulunsun. Çayın bardakta üstü hep tozludur.

Resim 2 ve 3. Mönü ve mekanın iç görünümü.

Daha önceden bir gelişimde sunulan kahvaltı da hiç fena değildi. Mola için kesinlikle tavsiye ederim. Çayımızı içtikten sonra yola devam ettik. Acıkmaya başlamıştık aslında ama akşam yemeğinde Ersan bizi Akçaabat’taki bir köfteciye götüreceğini söylediği için atıştırmalık dahi olsa birşeyler yemedik. Akçaabat’a yaklaştığımızda akşam köye gideceğimiz için marketten biraz alışveriş yaptık. Ben de daha önceden laz böreği yemiş olduğum Nejla hanım’ın dükkanına uğrayıp tatlı almak istedim. Aslında tatlı hiç yemem ama sırf bu satırlara ekleyebilmek için durmak istedim (Resim 4-6).
Resim 4. Nejla hanım ev tatlıları.
Nejla hanım’ın yerine vardığımızda akşam saatleriydi ve kendisi burada yoktu. Aslında benim daha önceki seyahatlerimde gördüğüm, kendisinin dükkanın içindeki personeli ve dışarıdaki yolu da görebildiği stratejik bir konumda dükkanında oturmakta olduğuydu. Bir pastahane havasında olan bu mekanı meşhur eden laz böreği tabii ki... Bilmeyenler için söyleyeyim Laz böreği baklava hamuru gibi kat kat ince açılmış bir hamurun ortasında muhallebi kıvamında bir karışımın bulunduğu bir cins tatlı. Soğuk yenmesi pek tavsiye edilmez, çünkü yapışık birşey oluyor. Herhalde içindeki muhallebi gibi olan bölüm bir miktar hamurun yumuşamasına ve başlangıçtaki çıtır çıtır halin ortadan kaybolmasına yol açıyor olsa gerek. Haziran 2014’de Kaçkarlar’a giderken yolda durup bizzat Nejla hanım’dan konu ile ilgili bilgi almaya çalışacağım. Umarım eksik veya yanlış yazdığım birşey yoktur. Laz böreğini fırından çıkmış sıcacık haliyle yemek lazım. O zaman gerçekten güzel.

Resim 5 ve 6. Mekanın böreklerin imal edildiği kısmı ve fırından henüz çıkmış Laz böreği.


            Akçaabat’ın içinde sahil kenarında neredeyse yanyana dizilmiş köfteciler var. Bunlar oldukça büyük sayılabilecek tesisler ve özellikle ramazan ayında iftarda burada iğne atsanız yere düşmez. Ben neredeyse hepsinde köfte yedim diyebilirim. Nihat Usta’da pirzola ve biftek de yemiştim ve lezzetliydi. Ancak köfte konusunda Akçaabat’ta  her nedense beni tam olarak tatmin edebilen bir mekana gidememiştim. Sebebine gelince... Benim için “iyi yemek” dediğin şeyin sadece lezzetli ve tabakta güzel görünümlü olup damak kriterlerime uyması yetmiyor. Yemek sonrasında da rahatsızlık vermemesi çok önemli. İşte Akçaabat köftesi’ni ne zaman yesem sonrası hep bende bir hazımsızlık oluştururdu ve yediğime pişman oldum. O bakımdan o tesislerde daha çok piyaz yiyerek geçiştirmeye çalışırdım. Ta ki bu akşama kadar. Ersan bizi “Şato” adında sahil yolundaki bir lokantaya götürdü. Tüm Karadenizde görebileceğiniz gibi bu da hem köfte hem balık yapan tesislerden biriydi. Uzatmadan söyleyeyim, köftesi benden tam not aldı. Çok lezzetliydi ve kıvamında pişirilmişti (Resim 7). Ustaları hala köfteyi elleriyle yoğururmuş. Dana eti kullanıyorlar. Yanında bölgeye ait tam buğday ekmeği ve kızartılmış mısır ekmeğiyle birlikte servis ediliyordu. Ayran da güzel hazırlanmıştı. Piyaza gelince... Burada piyaz denince aklınıza İstanbul’da tarihi Sultanahmet köftecisinde yediğiniz piyaz gelmesin. Sadece adı benzer. Burada piyaz bazen sadece piyaz bazen salata ile karışık gelir. Tabi ki içinde haşlanmış fasülye vardır. Akçaabat bölgesinde yediğim tüm piyazlarda gerçekten iyi fasülyeler kullanılmıştı ve tam kararında pişirilmişti. Piyaz tabağının alt bölümünde çok ince (ortalama 3 mm kalınlığında) kıyılmış marul döşenmiştir ve içinde jülyen doğranmış kuru soğanlar bulunur. Marulların üzerinde de bir-iki kat halinde serilmiş haşlanmış fasülyeler bulunur. Bazen limon bazen de limon-sirke karşımı ve zeytinyağı ile servis edilir. Bizim gittiğimiz yerde arkadaşımız piyazı salata ile karışık istediği için resimde görüldüğü şekilde geldi.
            Bir başka konu ise turşu. Karadeniz’de turşu oldukça çok tüketilir. Hele Ordu’da herşeyin turşusunu kuran Vonalı Celal ustanın mekanında turşuların sergilendiği ayrı bir bölüm bulunuyor. Karadenizliler bazen de turşu kavurması yaparlar. Bu konu ile ilgili bir başka yazıda daha detaylı bilgi veririm. Bazen de karışık turşuyu yalın haliyle tüketirler. Buradaki turşu kültürünün de coğrafyada oldukça eski olduğunu ve Rumlardan kalmış bir saklama yöntemi olabileceğini düşünüyorum. Gittiğimiz Şato’da turşuyu normal haliyle servis ettiler. Ayrıcalıklı bir yönü yoktu. Yemeğin üstüne çay ile birlikte fındıklı baklava ikram edildi. Ben buna benzer elde açılmış bir baklavayı Ordu’da yemiştim (Resim 8). Oldukça lezzetliydi ve Ordu’dakinden farklı olarak yemek sonrası da iyidi. Trabzon, Ordu’ya kıyasla nüfüsun daha yoğun olduğu bir il olduğu için
Resim 7. Şato’da yediğimiz köfte ve piyaz

Şehir içinde ve sahil yolunda karşılaşabileceğiniz restorant sayısı da o kadar fazla. İyi olanları bulabilmek için bilen birileriyle gezmek gerek her zaman.
Resim 8. Şato’da yediğimiz el açması fındıklı baklava.
Akşam yemeğimizi yedikten sonra Akçaabat Devlet Hastanesinin hemen karşısında bulunan kavşaktan vadinin içine doğru saptık. Vadi diyorum ama biz arabayla döndüğümüz sırada akşamdı ve sağnak yağış mevcuttu. Vadiyi aslında göremiyorduk ama Ersan bize tarif ediyordu. Gideceğimiz yer Sarp bir kaya şeklinde dağı bulunan bir köydü ve burası denizden ortalama 1150 m kadar yüksekteydi. Yolda kıvrılarak yukarı çıktıktan sonra vadinin diğer tarafına geçiş yaptık. Burada da epeyce gittik ve tırmandık. Sanıyorum yol koşulları da gözönüne alınırsa 1 saat gibi bir süre aldı köye ve konaklayacağımız eve varmamız. Yaklaştığımızda Ersan daha önceden bahsettiği şelaleyi gösterdi ama çok karanlık olduğundan çevresini tam olarak seçemiyordum. Yağmur da yağdığı için fotoğrafını çekemedim. Bazen şelaleden su akmadığını söyledi. Yağmur yağdığı için muhtemelen ertesi gün şelaleden suyun akışını görebilecektik. Açıkçası eve geldiğimizde etrafımızı pek göremiyorduk çünkü sokak lambası çalışmıyordu. Yağmur da olduğu için hemen eve girdik. Dışarıda aslında hava sıcaklığı 20ºC kadardı ama evin içi serindi. Bizden önce Ersan’ın anne ve babası biz geleceğiz diye hazırlık yapmışlardı. Kendileri yoktu ama sobaya bile sadece bir kibrit çakmak kalmıştı bize. Soba demişken, Bursa, Alaçam köyü hakkındaki yazımda Artvin ve diğer Karadeniz illerinde sıklıkla kullanılan alçak soba/fırınlardan bahsetmiştim. İşte arkadaşımızın evindeki döküm olanlarından idi (Resim 9).
Resim 9. Bora sobayı yakarken. Görüldüğü gibi döküm olan bu sobanın sağ tarafında fırın gibi yiyecekleri pişirmek için ayrı bolümler var. Karadeniz için çok tipik diyebileceğimiz bir kuzine tasarımı. Üstü ise ocak gibi kullanılabiliyor..

            Ev tipik bir köy eviydi. Lüks olmaktan ziyade işlevsel olup, olası tüm beklentileri karşılayabilecek şekilde yapılmış betonarme bir yapıydı. Bunu özellikle belirtmek istedim, çünkü biraz ileride farklı ev tiplerinden bahsedeceğim. Pencerelerinin dış kısmında içeriden kitlenen iki parçalı demir perde mevcuttu ve bunlar sıkı sıkıya neredeyse ışık geçirmeyecek düzeyde pencereleri örtüyordu. Akşam biraz oturduktan sonra, sabah erken kalkabilmek için uyuduk. Sobanın hafif çıtırtısında uyumayı neredeyse bilmediğim için keyif aldığımı söyleyebilirim.
            Sabah 6 gibi kalktım ama evde her yer karanlıktı. Benimle birlikte uyanan Ersan pencerelerinin dışındaki demir örtüleri açınca dışarıdaki mis gibi güneşli yayla havası içeri girdi. Güneş çoktan doğmuştu. Diğer arkadaşımız uyuduğu için ben kahvaltıya kadar biraz dışarıda fotoğraf çekebilmek için giyinip çıktım. Gece göz gözü görmeyen karanlıkta zorlukla farkettiğimiz yerleri özellikle o büyük kayayı görmek oldukça çarpıcıydı.
Resim 10. Evin bahçesinde yeşermekte olan ağaçlar.
Resim 11. Evin bahçesinde yürürken doğu yönü.
Resim 12. Arkadaşımızın köy evi.
Burası nispeten rakım olarak yüksek olduğu için baharın etkileri daha çok yerleşmemiş, birçok ağaç yeni yeşermeye başlamıştı (Resim 10-12). Her yer beyaz, mor ve sarı çiçeklerle doluydu. Çimler ise yeşermiş, neredeyse her yeri kaplamıştı. Gözüm gidip gelip kayaya takılıyordu. Dışa bakan cephesi oldukça sarptı. Bu kayanın olduğu bölgenin eski adı Abanohor. Şimdi ise Doğankaya diye geçiyor. Ancak kayaya  Şahinkaya denmiş. Neden diye sormayın, öyle işte. Evden çıkınca geniş bir bahçeden geçip önce güney yönüne doğru ilerledim, çünkü o büyük taş kütleyi biraz daha yakından görmek istedim (Resim 13). Yolların kenarlarına köy koşulları için oldukça düzgün sayılabilecek şekilde yığma taş ile ortalama 70-80 cm yüksekliğinde duvarlar örülmüştü ve bu duvarı birçok yerde görebiliyordunuz. Şahinkaya ve çevresinde oldukça çok miktarda kaya vardı ve muhtemelen bu kayalar hem taş bina yapımında hem de duvar işçiliğinde kullanılıyordu. Yerler henüz yağmış yağmurdan dolayı tam olarak kuruyamamıştı ama evlerin arasından geçen yollar tam toprak değil de hafif taşlı yapıda olduğundan yürümesi kolaydı. O büyük kayaya daha fazla ilerlemedim, çünkü Ersan yol boyunca ondan bahsettiği için nasılsa kahvaltıdan sonra gideriz diye düşündüm. Onun yerine doğu tarafına yöneldim.
Burada yol bir süre sonra beton yola dönüşüyor ve beni bir vadi manzarasıyla
Resim 13. Şahinkaya’nın evin bahçesinden görünüşü.
Resim 14. Evin doğu trafındaki yolun vadiyle buluştuğu yer.


buluşturuyordu. Sol tarafımdaki vadinin alt kısmından şarıl şarıl akan su sesi geliyordu. Orada ya bir nehir ya da bir şelale vardı. İnmeyi düşündüm ama saat ilerlediği için eve geri dönmem daha iyi olacaktı. Sadece yolun sonundaki vadi manzarasını bir görüp dönecektim, çünkü her nedense buraya gelmeyiz gibi bir düşünceye kapılmıştım. Biraz ilerleyince her iki tarafı keskin bir şekilde vadilere uzanan bir tepenin ucunda yıkık dökük bir kale gördüm. Yolda gelirken Ersan köylerinde Cenevizler döneminden kalma bir kale olduğunu söylemişti. Sonradan öğrendim ki bu o kaleymiş ve karşısındaki köy ise Çal imiş (Resim 15,16).
Resim 15. Cenevizlerden kalma kale ve arkasında Çal köyü.
Uzatmadan geri döndüm. Kahvaltımızı yaptık ve birlikte dışarı çıktık. Ersan konakladığımız baba evi çevresindeki ailesine ait diğer evleri bize gösterdi. Köy gerçekten Ordu’da gördüğüm köylerden çok daha bakımlı, düzenli ve temizdi. Belli ki köyde yaşayanlar bahçeleriyle oldukça fazla zaman geçiriyorlardı. Buralarda yabancıya toprak satmak bir yana, bir karış toprak için bile köylü gerekirse kavga edebilirdi. Ama yine de buralara bile Araplar gelmişti. Evet... Toprak veya ev almaya çalışıyorlardı. Ersan bize babaannesinin evini gösterdi (Resim 17,18).
Resim 16. Kalenin yakından görüntüsü ve vadi.
Resim 17 ve 18. Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik ve babaannesinin evi.
Bu düzgün kesilmiş taşlardan yapılmış bir yapıydı. Çevredeki diğer taş yapılarla çok benzerlik gösteriyordu. Bu yapılar tek katlı, çok az pencereli ve balkonsuz yapılardı. Babaannesinin evi temiz ve çimli bir bahçede bulunuyordu. Amcasının ve kuzenin betonarme evleri de hemen yakınımızda bulunuyordu. Bazı yerlerde ladin çamları vardı ve daha sonra bunlardan çok fazla sayıda Şahinkaya’da da görecektik. Bana ilginç geleceğini düşündüğü için olsa gerek çatı malzemesinin ne olabileceğini sordu Ersan. Ben de daha önceden gezdiğim yaylalarda gördüğüm saclardan olacağını söyledim ama pek de benzemiyordu hani. Değilmiş. Öncelikle işçilik çok daha temizdi. Bazı yerlerinden katlanmış ve düzgünce bükülmüştü. Taş evin üzerinde çok abes görünmüyordu. Meğerse zeytinyağı tenekesiymiş! Bunu sadece taş evlerde çatı malzemesi değil, bazen de serenderlerde çatı malzemesi ve hatta yapı malzemesi olarak kullanıyorlardı (Resim 19,20).
Resim 19. Yapı malzemesi olarak zeytin yağı tenekesi.
Resim 20. Köyün vadiye bakan kesimindeki bir evin serenderinde zeytinyağı tenekelerinin çatı malzemesi olarak kullanımı.
Zeytinyağı tenekeleri uygun bir şekilde yerleştirildikten sonra üzerlerine katran sürülüp, yıllarca kullanılıyormuş. Aslında oldukça etkin bir çözüm olarak görülüyor.
Edindiğim bilgilere göre Sidiksa köyü etimolojik olarak Pontos Rumcasında “dysa”, “sis” den, sisli yer anlamına geliyor. Biz sis görmedik ama denizden dik bir açıyla başlayıp karaya doğru uzanan vadinin kimi sabahları oldukça sisli olduğunu düşünebiliyorum. Sidiksa’ya günümüzde Çayırbağı diyorlar. Akçaabat’ın, şimdi ise Haçka’nın en eski köylerinden biri olup, tarihi ile ilgili bir bilgi bulunmuyor. Tarihi muhtemelen Osmanlı döneminin öncesine uzanan bu köyde şimdi 5 mahalle bulunuyor. Bunlardan Kadahor ve Abanohor’un ne zamandan bu yana olduğu belli değil. Sonradan Sani, Zelaha ve Gülcana diye üç mahalle daha eklenmiş ve son iki mahallenin Osmanlı ve Türk dönemine ait olduğu biliniyor. Gülcena ise “gül” ile ilişkilendirilmiş. Burada bolca kuşburnu olduğunu öğrendim. Biliyorsunuz, kuşburnunun gülüne Nesrin denir. Edebiyatımızda da geçer. Kuşburnuna da aşı yapılarak bildiğimiz gül elde ediliyor. Çayırbağında ise vaktiyle hem serender hem de taş bina konusunda oldukça ün yapmış Sürüloğulları ve Sarıoğulları diye iki aile varmış. Bunların yaptığı taş evlerin bir kısmı halen orada bulunuyormuş. Bu konuda yönlendirilmediğim için, bu evleri ayrıca göremedim. Yapılarda taş yontu veya kabartma göremedim. Ama belki de gördüklerim arasında bu ustaların yaptığı evler vardı, çünkü işçilik bazı evlerde oldukça temizdi ve mimari özellikleri oldukça benzerdi.
Ersan’ın ailesine ait evleri gördükten sonra Şahinkaya’ya doğru yöneldik (Resim 21). Yolun ilerisinde bir çöküntüye dikatimi çekerek, bu tip çöküntülerin buralarda olduğunu, bunların aşağıdaki kale ile alt bölümden bağlantılı olduklarını ve vadinin aşağısında bulunan şelalenin bulunduğu mağara ile de bağlantılı olduğunu söyledi. Yani neresinden baksanız 5 km vardır, fazlası yoksa.  Bu kaya, bölge için hatırı sayılır büyüklükteydi ve yolu mükemmel bir trekking yoluydu aslında. Hem çok tehlikeli olmayan kayalardan ve küçük yükseltilerden yürüyerek tırmanılıyor, hem de bu sırada çevrenizdeki ladin çamları ve mükemmel bir vadi manzarası size eşlik ediyordu. Tabi şimdilik böyle, çok sevinmeyin. Köylünün vermiş olduğu bilgilere göre hükümet bir süre önce köye gelip kaya ile ilgili bir inceleme yapmış. Tabi siz beklersiniz sit alanı ilan edilsin diye ama kayalardan yapılan analiz çimento yapımı için uygun olduğu yönde olmuş. Sonuç olarak buraya çimento fabrikası kurulması için Başbakan talimat vermiş, kuracak da yine Trabzon’dan Albayraklar grubu olacakmış. Köylü bunun üzerine feryat figan çimento fabrikasını engellemeye çalışmış. 90 yaşındaki nine bile elinde “bu ne yiyecek?
Resim 21. Şahinkaya.
Resim 22. Şahinkaya’ya giderken karşılaştığımız iki köylü hanım.
Çimento mu yiyecek?” yazılı pankartı elinde ineğini alıp Trabzon’a inmiş. Bu şekilde bazı tepkilerle mahkemelik noktaya gelinince “şimdilik” çimento fabrikası yapımı askıda görünüyormuş ama her an başlayabilirmiş. Bence de o güzelim yeşil vadiye yakışabilecek en iyi yatırım bir çimento fabrikasıdır! 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Akıl eksikliğinden olsa gerek.
Şahinkaya’ya doğru ilerlerken iki tane geleneksel kıyafetler içinde bayan sırtlarında koca sepetlerle yaklaşıyorlardı (Resim 22). Ben de böyle görüntüleri kaçırmayı hiç sevmem dostlar. Hemen kamerayı kaldırdım. Bunu gören bayanlar kendilerinin fotoğrafını çekmemden rahatsız olacaklardı ki Ersan benim Karadeniz’le ilgili bir çalışma yaptığımı ve kendisinin de o köyden olduğunu açıkladı. Hemen fotoğraflarını çekmeme izin verdiler. Sidiksa köyünde karşılaştığım ve “bahçeden” sırtında koca sepetiyle dönen tüm bayanlarda gördüğüm ortak özellikleri sıralayacak olursam öncelikle kıyafetlerine dikkat çekmek isterim. Burada Ordu’nun hiçbir köyünde rastlamadığım orandan nispeten geleneksel görünümlü kıyafetler “bahçede” çalışırken bile kullanılıyordu. Kenarı oyalı örtülerini başlarına bağlama şekli benziyordu. Hanımlar birkaç kattan oluşan kıyafetlerinin altında günümüzde “babet” diye geçen ayakkabılara benzer çok hafif topuklu ayakkabılar kullanıyorlardı. Bahçede çalışırken ellerinde kazma/çapa vardı ama ayaklarında “bot” kullanmıyorlardı yani. İlginçtir çamurda çalışacak olmalarına karşın bazıları beyaz renkte ayakkabı kullanıyordu ve belli ki yöresel olan örme çorapları vardı (Resim 23). Karşılaştığım bayanların hiçbiri kilolu değildi. Genel olarak zayıflardı. Muhtemelen iyi beslenememe ve bahçe çalışması kilo almalarını engelliyordu. Belki en önemlisi bahçelerde çalışan hiç erkek yoktu. Sadece bayanlar çalışıyordu. İnanın, birazdan yeri geldiğinde fotoğrafını göstereceğim, gerçekten en azından 70 yaşında olan köylü hanımların bile sırtında 15-20 kilo yük taşıdıklarını bizzat gördüm. Bu o bölge için normaldi. Karadenizde, özellikle doğusunda böyle olduğunu hep duymuşumdur ama yine de bize çok ters geliyor dostum.
            Şahinkaya’ya yaklaştığımızda Ersan kayanın arka köşesindeki bir boşluğa dikkatimizi çekti (Resim 23). Kenarında da doğal kaynak bir su vardı. Burada vaktiyle birileri hazine aramış. Karadeniz yöresinde hazine arayışları neredeyse her yerde karşılaşabileceğiniz bir hikaye olup, gerçeklik payı “yüksektir”. Şaka değil bu söylediğim. Çok uzakta değil, hemen doğuda bulunan Ceneviz kalesi de işte bu hazine sevdasından nasibini aldığı için şimdilerde temelinde duvarı kalmış viran bir şekilde duruyor. Bu şekilde hazine bulup sırra kadem basanlardan tutun, bir anda zengin olan ailelere kadar örnekler mevcut. Bir de konunun başka bir boyutu var tabi ki. O da

Resim 23. Şahinkaya’ya giderken karşılaştığımız iki köylü hanım. Kıyafetlerine dikkat lütfen.
Resim 23. Şahinkaya’nın arkasındaki hazine aranan boşluk.
 yok etmek. Nasıl mı? Birisi filanca yerin “altında” hazine varmış diye bir rivayet ortaya atıyor. Tabi altında olduğu için ulaşabilmek amacıyla üstünün yıkılması gerekiyor. Bu şekilde bugüne kadar yüzlerce hatta binlerce yapı ve mezar yıkıldı gitti ama hazine sevdası bitmedi.
Şahinkaya’nın üstü biraz önce belirttiğim gibi trekking sporu için mükemmel bir parkur. Ayrıca, biraz güneyde bu kayanın ortadan ikiye düşey olarak yarılmış olduğunu görüyorsunuz. Bu bir-iki adam genişliğindeki yarık aşağıya, vadiye doğru uzanıyor (Resim 24). Bu arada etrafımız ladin çamları ve çimlerin üstünde açmış binlerce bahar çiçeği ile donatılmış durumdaydı. Tam bir bahar şöleniydi. Ve insan düşünüyor: Burası çimento fabrikası kurmak için mükemmel bir yer!
Dönüyoruz ve Şahinkaya’nın sarp köşesine doğru ilerleyip vadinin manzarasını görelim diyoruz. Gerçekten muhteşem bir vadi görüntüsü var ve bu vadi tamamen yemyeşil veya alabildiğine evler arasındaki arazilerde çiçeklerle, ağaçlarla donatılmış halde sizi büyülüyor (Resim 25).
Resim 24. Şahinkaya’da vadiye doğru inen dar yarık.
Bende aslında yükseklik korkusu vardır. Böyle sarp bir kenara gelip durmak veya fotoğrafını çekmek pek yapabileceğim birşey değil ama vadi manzarası öylesine güzek ve ben de ne zamandır şöyle çatılarından çekebileceğim köy evleri arayışında olduğum için sürekli kadraja farklı yönlerden vadi manzaraları aldım durdum (Resim 26-29).
Resim 25. Yarığın hemen yanından çektiğim bu fotoğrafta bahar çiçeklerinden örnekler.
Resim 26. Şahinkaya’nın karşısındaki kesintisiz yeşil alan. Şüphesiz çimento fabrikası için çok uygun bir yer.

Resim 27. Sarı bahar çiçekleriyle bezenmiş bahçeler.

 Resim 28. Vadinin güney yönü.



Resim 29. Vadinin kuzeydoğu yönü.

Resim 30. Bahçeden dönen bir grup köylü hanım.


Şahinkaya’yı gezdikten sonra Kale’ye bizi götürdü ve bu sırada yine bir grup köylü hanımla karşılaştık. Beni bir televizyon kanalından çekim yapmaya gelen bir kişi zannettiler (Resim 30). Ersan, bu köydeki bayanların fotoğraf konusunda çok çekingen olduklarını belirtti. Aslında haksız da sayılmazlardı. Düşünsenize tanımadığınız bir adam elinde fotoğraf makinası “bana lütfen poz verir misiniz?” diyor. Ben olsam istemezdim. Ersan köylülerle konuşunca ve kendisinin de aynı köyden olduğunu söyleyince bayanlar hemen rahatlıyor ve poz veriyordu. Bence gayet doğal bir tepkiyi bu. Ben Ordu’da bu tip kıyafetler hiç göremediğim için nispeten etkilenmiştim. Ersan, birazdan aşağıda uğrayacağımız Çal köyündeki bayanların bunlardan çok daha renkli giyindiklerini, bazen sarı bir yelek ve içlerinde yine rengarenk elbiselerinin olduğunu söyledi. Onlar fotoğraf çektirme konusunda da çok rahatlarmış. Ayrıca sarışın mavi gözlü çocuklar sokaklarda oynuyormuş. Yaşasın dedim! Buradan da arabaya atlayıp aşağıdaki şelaleye gittik. Yolda vadiye indikçe baharın etkilerinin ne kadar hakim olduğu anlaşılıyordu (Resim 31 ve 32).

Resim 31. Vadiye inerken Şahinkaya’nın uzaktan görüntüsü.
Resim 32. Bir köy evinin önünden geçerken…
Bahçelerin bir kısmında çalışan bayanlar vardı ve kimisi de sabah çalışmış olduğundan, yüklü sepetleriyle dönüyorlardı (Resim 33). Bayanların kaderi belli ki hep aynıydı. Erkekler kahvede oturacak, onlar bahçede çalışacaktı.

Resim 33. Bahçeden dönen köylü kadınlar. Kanıksamışlar bu hayatı belli.
Buradaki bahçelerde de Karadeniz’in birçok yerinde olduğu gibi kara lahana, mısır ve fasülye vazgeçilmezdir (Resim 34). Fasülye sırıklarının dikilmiş olduğu bahçelerin sayısı az değildi. Kara lahanaların ise bir kısmı tohumlanması için bırakılmıştı. Böyle bir bahçede sarı çiçekleri dolu dolu gördüğünüz kara lahanaların bu amaçla bırakıldığını anlayabilirsiniz.  Bu arada köy evlerinin arasından geçerken betonarme 2 katlı yapıların oldukça hakim olduğunu farkettim. Evler olabildiğince bitişik nizamda konumlanmıştı. Köyden ziyade kasaba havasındaydılar. Bu tip evlerin neredeyse tamamının dış cephesi sıvalı ve boyalı olup, çatıları mevcuttu. Bazı evlerin çatıları sactan bazılarınınki çatı kaplama malzemelerinden yapılmıştı. Yalnız burada bir açıklama yapmak isterim. Burada evlerde çatı yapıldığı zaman evin çatı katının tavanı betondan genellikle yapılmaz. Ahşaptan bir tavan yapılır ve bunun üstünde de çatı çıkar. Bu ısı kaybına yol açmakla birlikte, maliyeti düşürdüğü için sıklıkla tercih edilen bir yöntem. Arabayla aşağıya doğru ilerlerken sık sık duruyoruz ve ben bir fotoğraf çekiyorum, çünkü doğa manzaraları köy evleriyle birleşince çok “rustik” kompozisyonlar oluşuyor.  Aşağıdaki şelaleye indiğimizde gece neredeyse hiçbir şey anlamadığımız şelaleyi çok net olarak görebiliyorduk (Resim 34). İçinde bir tesis vardı ve tabelası şelalenin yanından görünüyordu. Şelalenin altında içlere doğru uzanan ve hatta Ceneviz kalesine kadar ulaştığı söylenilen bir mağara vardı (Resim 35 ve 36).


Resim 34. Şelale ve içindeki tesis.
 

Resim 35 ve 36. Mağara ve içinden akan ırmak.



Mağaranın iç kısımlarına iki farklı yoldan yürüyüş yolları yapılmıştı ve bunlardan bir tanesinde yukarıdan akan suyu görmek mümkündü. Ayrıca içeride taşlara kazınmış isimler vardı. Bazıları arapçaydı! (Resim 37). Yani sen gelmezsin buraya arkadaşım ama elin arabı burayı bile bellemişti. Mağaradan çıkınca şelalenin üst bölümünde bizi çay içmeye davet ettiler. Ben aslında doğal güzellik içine entegre edilmiş tesislerden pek haz etmem, yanına yapılmasını tercih ederim. Ama burada şelalenin hem yanında tesisler vardı hem de içinde. Burayı işleten beyefendiyle biraz konuştuk. (Resim 38). Ben klasik sorumu yönelttim… Burada HES var mı? Henüz yokmuş, projesi çıkmış. Gözünüz aydın dedim, buralara yakışır. Onun üzerine sormadan kendisi çimento fabrikası ile ilgili olayları anlattı. Köy ve çevresi bu durumdan hiç memnun değildi. Ama zaten onların düşündüklerinin ve yaşamlarının ne önemi vardı ki? Önemli olan tek şey kim, nasıl buradan yüklü bir gelir sağlayabilir. Uzun vadeli hesaplar, ekolojik dengenin korunması, yok efendim HES dereyi kurutursa alabalık popülasyonu, bitki örtüsü ne olur gibi naif- zarif düşünceler hiç yok ve bu tip yatırımcı zihniyetine de uğramaz. Duyduğum kadarıyla Türkiye’de şimdilerde 350 civarında HES varmış. Her şehire ortalama 4 tane düşüyor yani. Hele Karadeniz gibi suların şarıl şarıl aktığı yerlerde bunlardan bolca var ve bunlar hep aynı siyasi dönemde yapılmış durumdalar. Benim bunu belirtmekteki amacım burada siyaset eleştirmek değil. Zihniyet ve sonuçlarını göstermek. Bu toprakları çorak ve çöl haliyle kimse çocuklarına bırakmaz istemez diye düşünüyorum. 
Resim 37. Mağaranın içinde taşa kazınmış arapça yazılardan bir tanesi

Resim 38. Şelalenin içindeki işletmenin sahibi.

Buradan çıktıktan sonra Çal’a doğru ilerliyoruz. Rakım olarak nispeten daha aşağıda yer alan bir köy bu ve köyün arkasındaki dik yamaçta kayaların arasında yer alan küçük mağara gibi oyuntular görüyoruz (Resim 39). 
Resim 39. Çal’ın arka yamacındaki mağaralar.

Buradaki kayalar belli ki su ve rüzgar tarafından aşındırılmış ve kimi yerdeki çökmelerle aralarında bağlantılar oluşmuş. Çal, Çayırbağı’na oranla biraz daha bakımsız ve binaları bir kısmının sıvasız, dışında sadece tuğlayla öylece oturma izni aldıklarını görüyorsunuz. Bu iş nasıl oluyor diye hayret etmemek imkansız. Karadenizdeki en çirkin şey kesinlikle imar planı ve şehircilik. Binaların dış görünümleri gözünüzü tırmalıyor ve yeni yapılan binaların da bundan çok farklı olmadıklarını görüyorsunuz. Örneğin, Trabzon şehir planlama, imar vs konularında tam olarak “kaos” kelimesiyle birebir örtüşüyor. Sanki Elizabeth Murray’in bir tablosuna bakıyorsun. Avrupalıda bu doğa olduğunda, örneğin Norveçte sade ve geleneksel bir mimari ile doğanın güzelliğini taçlandırılmış olduğunu görüyorsun. Buralarda vaktiyle bu zihniyetle şekillendirilmiş olsa çoktan turistik patlamanın yaşanacağı yerler olurdu. Ama ben o günün hiçbir zaman gelmeyeceğini bilenlerdenim.
Çal'daki bayanlar fotoğraf çektirme konusunda çok rahatlardı. Bir tanesinden istedik, kırmadı hemen poz verdi (Resim 40). Biraz ileride yolda çocuklar oynuyordu (Resim 41). Gerçekten de Ersan’ın söylediği gibi aralarında sarışın veya kızıl olan mavi gözlü çocuklar vardı. Kim bilir ataları nerelerden göç edip gelmişlerdi. Zaten bu toprakların neresine bakarsanız, herkesin buralarda aslında bir şekilde misafir olduğunu ve hatta zamanla yer değiştirdiklerini görürsünüz. Düşünün Bursa’ya gelen Artvin’liler dağ eteklerinde Artvin’e benzer yer aramışlar ve yerleşmişler. Artvin neresi Bursa neresi…
           
Resim 40. Çal’da bahçede çalışan bir bayan.

Resim 41. Çal’da gödüğümüz çoçuklardan. Neşelerine diyecek yoktu.
Çal’da maalesef arkadaşımızın bahsettiği şekilde giyinen bayanlara rastlayamadık. Genellikle düğün günleri zaten böyle giyinirlermiş. Yanyana bulunan iki köy arasında bile insanlar arasında farklılık olabilmesi ilginç. Nispeten kısa sayılabilecek bir sürede köyden geçtikten sonra vadi boyunca ilerleyip Akçaabat’a gittik. Trabzon’da ilk defa bir köye gittiğim için aslında oldukça ilginç gelmişti bana. Bundan sonra biraz daha doğuya, örneğin ilçenin içinde başlarına peştamal bağlamış kadınları gördüğüm Sürmene’nin köylerine bir gitmek farz oldu. Aslında hiçbir köy kültürüm, geçmişim veya önceden gitmişliğim olmamasına karşın böyle yayla, köy gezdikten sonra hep acaba daha ne kadar süre bu tarzda gezerim diye düşünüyorum. Bakalım zaman ne gösterecek.