Sidiksa
2014 yılı Nisan ayında gitme fırsatımızın doğduğu bu köye asıl gidiş
sebebimiz bir meslektaşımızın köyü olması. Geçtiğimiz iki sene (2012-2014) Ordu
ili ve çevresindeki tabiat güzelliklerini olabildiğine gezmeye çalıştığım için
doğuya doğru hareket etmenin de vaktinin geldiğini çoktan düşünüyordum.
Bu anlamda benim için de bir vesile oldu. Asıl Rumca adı Sidiksa olan bu köye bir cuma akşamı iki arkadaşımızın mesai çıkışında Ordu’dan hareket ederek başladık. Arkadaşlarımızdan biri Karadenizdeki seyahatlerimdeki yol arkadaşım Bora Aşar ve diğeri de bu yolculuğumuzun başrolündeki köyüne gittiğimiz Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik. Yola çıktığımızda saat 16:00 civarındaydı ve hava arada açmakla birlikte genelde kapalı ve yağmurluydu.
Bu anlamda benim için de bir vesile oldu. Asıl Rumca adı Sidiksa olan bu köye bir cuma akşamı iki arkadaşımızın mesai çıkışında Ordu’dan hareket ederek başladık. Arkadaşlarımızdan biri Karadenizdeki seyahatlerimdeki yol arkadaşım Bora Aşar ve diğeri de bu yolculuğumuzun başrolündeki köyüne gittiğimiz Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik. Yola çıktığımızda saat 16:00 civarındaydı ve hava arada açmakla birlikte genelde kapalı ve yağmurluydu.
Tirebolu civarında bir çay molası için durmaya karar verdik. Ben daha
önceden de Rize, Artvin ve Batum seyahatlerimde defalarca burada mola
vermiştim, çünkü yol boyunca karşılaşabileceğiniz düzgün tesislerden biriydi.
Tirebolu civarında “Tirebolu 42” ambalajıyla pazarlanan bir çay var. Özellikle
Karadeniz çaylarını sevenler için bağımlılık oluşturduğunu söylüyorlar ama bana
hiçbir zaman keyif vermedi. Belki çayla aram çok iyi olmadığındandır. Tesiste
kahvaltı ve restorant hizmeti de veriliyor ve fiyat-hizmet kalitesinin de
Karadeniz standartlarının biraz üstünde olduğunu düşünüyorum (Resim 1-3).
Resim 1. Tirebolu civarında mola verdiğimiz tesis. |
Çay her zaman çok taze geliyor. Daha doğrusu hemen sizin için demliyorlar. Buralarda
süzgeç kullanılmaz, aklınızda bulunsun. Çayın bardakta üstü hep tozludur.
Resim 2 ve 3. Mönü ve mekanın iç görünümü. |
Daha önceden bir
gelişimde sunulan kahvaltı da hiç fena değildi. Mola için kesinlikle tavsiye
ederim. Çayımızı içtikten sonra yola devam ettik. Acıkmaya başlamıştık aslında
ama akşam yemeğinde Ersan bizi Akçaabat’taki bir köfteciye götüreceğini
söylediği için atıştırmalık dahi olsa birşeyler yemedik. Akçaabat’a
yaklaştığımızda akşam köye gideceğimiz için marketten biraz alışveriş yaptık.
Ben de daha önceden laz böreği yemiş olduğum Nejla hanım’ın dükkanına uğrayıp
tatlı almak istedim. Aslında tatlı hiç yemem ama sırf bu satırlara ekleyebilmek
için durmak istedim (Resim 4-6).
Resim 4. Nejla hanım ev tatlıları. |
Nejla hanım’ın yerine vardığımızda akşam saatleriydi ve kendisi burada
yoktu. Aslında benim daha önceki seyahatlerimde gördüğüm, kendisinin dükkanın
içindeki personeli ve dışarıdaki yolu da görebildiği stratejik bir konumda dükkanında
oturmakta olduğuydu. Bir pastahane havasında olan bu mekanı meşhur eden laz
böreği tabii ki... Bilmeyenler için söyleyeyim Laz böreği baklava hamuru gibi
kat kat ince açılmış bir hamurun ortasında muhallebi kıvamında bir karışımın
bulunduğu bir cins tatlı. Soğuk yenmesi pek tavsiye edilmez, çünkü yapışık
birşey oluyor. Herhalde içindeki muhallebi gibi olan bölüm bir miktar hamurun
yumuşamasına ve başlangıçtaki çıtır çıtır halin ortadan kaybolmasına yol açıyor
olsa gerek. Haziran 2014’de Kaçkarlar’a giderken yolda durup bizzat Nejla
hanım’dan konu ile ilgili bilgi almaya çalışacağım. Umarım eksik veya yanlış yazdığım
birşey yoktur. Laz böreğini fırından çıkmış sıcacık haliyle yemek lazım. O
zaman gerçekten güzel.
Resim 5 ve 6. Mekanın böreklerin imal edildiği kısmı ve
fırından henüz çıkmış Laz böreği.
|
Akçaabat’ın içinde sahil kenarında
neredeyse yanyana dizilmiş köfteciler var. Bunlar oldukça büyük sayılabilecek
tesisler ve özellikle ramazan ayında iftarda burada iğne atsanız yere düşmez.
Ben neredeyse hepsinde köfte yedim diyebilirim. Nihat Usta’da pirzola ve biftek
de yemiştim ve lezzetliydi. Ancak köfte konusunda Akçaabat’ta her nedense beni tam olarak tatmin edebilen
bir mekana gidememiştim. Sebebine gelince... Benim için “iyi yemek” dediğin
şeyin sadece lezzetli ve tabakta güzel görünümlü olup damak kriterlerime uyması
yetmiyor. Yemek sonrasında da rahatsızlık vermemesi çok önemli. İşte Akçaabat
köftesi’ni ne zaman yesem sonrası hep bende bir hazımsızlık oluştururdu ve
yediğime pişman oldum. O bakımdan o tesislerde daha çok piyaz yiyerek
geçiştirmeye çalışırdım. Ta ki bu akşama kadar. Ersan bizi “Şato” adında sahil
yolundaki bir lokantaya götürdü. Tüm Karadenizde görebileceğiniz gibi bu da hem
köfte hem balık yapan tesislerden biriydi. Uzatmadan söyleyeyim, köftesi benden
tam not aldı. Çok lezzetliydi ve kıvamında pişirilmişti (Resim 7). Ustaları hala
köfteyi elleriyle yoğururmuş. Dana eti kullanıyorlar. Yanında bölgeye ait tam
buğday ekmeği ve kızartılmış mısır ekmeğiyle birlikte servis ediliyordu. Ayran
da güzel hazırlanmıştı. Piyaza gelince... Burada piyaz denince aklınıza
İstanbul’da tarihi Sultanahmet köftecisinde yediğiniz piyaz gelmesin. Sadece
adı benzer. Burada piyaz bazen sadece piyaz bazen salata ile karışık gelir.
Tabi ki içinde haşlanmış fasülye vardır. Akçaabat bölgesinde yediğim tüm
piyazlarda gerçekten iyi fasülyeler kullanılmıştı ve tam kararında
pişirilmişti. Piyaz tabağının alt bölümünde çok ince (ortalama 3 mm
kalınlığında) kıyılmış marul döşenmiştir ve içinde jülyen doğranmış kuru soğanlar
bulunur. Marulların üzerinde de bir-iki kat halinde serilmiş haşlanmış fasülyeler
bulunur. Bazen limon bazen de limon-sirke karşımı ve zeytinyağı ile servis
edilir. Bizim gittiğimiz yerde arkadaşımız piyazı salata ile karışık istediği
için resimde görüldüğü şekilde geldi.
Bir başka konu ise turşu.
Karadeniz’de turşu oldukça çok tüketilir. Hele Ordu’da herşeyin turşusunu kuran
Vonalı Celal ustanın mekanında turşuların sergilendiği ayrı bir bölüm
bulunuyor. Karadenizliler bazen de turşu kavurması yaparlar. Bu konu ile ilgili
bir başka yazıda daha detaylı bilgi veririm. Bazen de karışık turşuyu yalın haliyle
tüketirler. Buradaki turşu kültürünün de coğrafyada oldukça eski olduğunu ve
Rumlardan kalmış bir saklama yöntemi olabileceğini düşünüyorum. Gittiğimiz
Şato’da turşuyu normal haliyle servis ettiler. Ayrıcalıklı bir yönü yoktu.
Yemeğin üstüne çay ile birlikte fındıklı baklava ikram edildi. Ben buna benzer
elde açılmış bir baklavayı Ordu’da yemiştim (Resim 8). Oldukça lezzetliydi ve
Ordu’dakinden farklı olarak yemek sonrası da iyidi. Trabzon, Ordu’ya kıyasla
nüfüsun daha yoğun olduğu bir il olduğu için
Resim 7. Şato’da yediğimiz köfte ve piyaz |
Şehir içinde ve
sahil yolunda karşılaşabileceğiniz restorant sayısı da o kadar fazla. İyi
olanları bulabilmek için bilen birileriyle gezmek gerek her zaman.
Resim 8. Şato’da yediğimiz el açması fındıklı baklava. |
Akşam yemeğimizi yedikten sonra Akçaabat Devlet Hastanesinin hemen
karşısında bulunan kavşaktan vadinin içine doğru saptık. Vadi diyorum ama biz
arabayla döndüğümüz sırada akşamdı ve sağnak yağış mevcuttu. Vadiyi aslında
göremiyorduk ama Ersan bize tarif ediyordu. Gideceğimiz yer Sarp bir kaya
şeklinde dağı bulunan bir köydü ve burası denizden ortalama 1150 m kadar
yüksekteydi. Yolda kıvrılarak yukarı çıktıktan sonra vadinin diğer tarafına
geçiş yaptık. Burada da epeyce gittik ve tırmandık. Sanıyorum yol koşulları da
gözönüne alınırsa 1 saat gibi bir süre aldı köye ve konaklayacağımız eve
varmamız. Yaklaştığımızda Ersan daha önceden bahsettiği şelaleyi gösterdi ama
çok karanlık olduğundan çevresini tam olarak seçemiyordum. Yağmur da yağdığı
için fotoğrafını çekemedim. Bazen şelaleden su akmadığını söyledi. Yağmur
yağdığı için muhtemelen ertesi gün şelaleden suyun akışını görebilecektik. Açıkçası
eve geldiğimizde etrafımızı pek göremiyorduk çünkü sokak lambası çalışmıyordu.
Yağmur da olduğu için hemen eve girdik. Dışarıda aslında hava sıcaklığı 20ºC
kadardı ama evin içi serindi. Bizden önce Ersan’ın anne ve babası biz geleceğiz
diye hazırlık yapmışlardı. Kendileri yoktu ama sobaya bile sadece bir kibrit
çakmak kalmıştı bize. Soba demişken, Bursa, Alaçam köyü hakkındaki yazımda
Artvin ve diğer Karadeniz illerinde sıklıkla kullanılan alçak soba/fırınlardan
bahsetmiştim. İşte arkadaşımızın evindeki döküm olanlarından idi (Resim 9).
Ev tipik bir köy eviydi. Lüks
olmaktan ziyade işlevsel olup, olası tüm beklentileri karşılayabilecek şekilde
yapılmış betonarme bir yapıydı. Bunu özellikle belirtmek istedim, çünkü biraz
ileride farklı ev tiplerinden bahsedeceğim. Pencerelerinin dış kısmında
içeriden kitlenen iki parçalı demir perde mevcuttu ve bunlar sıkı sıkıya
neredeyse ışık geçirmeyecek düzeyde pencereleri örtüyordu. Akşam biraz
oturduktan sonra, sabah erken kalkabilmek için uyuduk. Sobanın hafif
çıtırtısında uyumayı neredeyse bilmediğim için keyif aldığımı söyleyebilirim.
Sabah 6 gibi kalktım ama evde her
yer karanlıktı. Benimle birlikte uyanan Ersan pencerelerinin dışındaki demir
örtüleri açınca dışarıdaki mis gibi güneşli yayla havası içeri girdi. Güneş
çoktan doğmuştu. Diğer arkadaşımız uyuduğu için ben kahvaltıya kadar biraz
dışarıda fotoğraf çekebilmek için giyinip çıktım. Gece göz gözü görmeyen
karanlıkta zorlukla farkettiğimiz yerleri özellikle o büyük kayayı görmek
oldukça çarpıcıydı.
Resim 10. Evin bahçesinde yeşermekte olan ağaçlar. |
Resim 11. Evin bahçesinde yürürken doğu yönü. |
Resim 12. Arkadaşımızın köy evi. |
Burası nispeten rakım olarak yüksek olduğu için baharın etkileri daha çok
yerleşmemiş, birçok ağaç yeni yeşermeye başlamıştı (Resim 10-12). Her yer
beyaz, mor ve sarı çiçeklerle doluydu. Çimler ise yeşermiş, neredeyse her yeri
kaplamıştı. Gözüm gidip gelip kayaya takılıyordu. Dışa bakan cephesi oldukça sarptı.
Bu kayanın olduğu bölgenin eski adı Abanohor. Şimdi ise Doğankaya diye geçiyor.
Ancak kayaya Şahinkaya denmiş. Neden
diye sormayın, öyle işte. Evden çıkınca geniş bir bahçeden geçip önce güney
yönüne doğru ilerledim, çünkü o büyük taş kütleyi biraz daha yakından görmek
istedim (Resim 13). Yolların kenarlarına köy koşulları için oldukça düzgün
sayılabilecek şekilde yığma taş ile ortalama 70-80 cm yüksekliğinde duvarlar
örülmüştü ve bu duvarı birçok yerde görebiliyordunuz. Şahinkaya ve çevresinde
oldukça çok miktarda kaya vardı ve muhtemelen bu kayalar hem taş bina yapımında
hem de duvar işçiliğinde kullanılıyordu. Yerler henüz yağmış yağmurdan dolayı
tam olarak kuruyamamıştı ama evlerin arasından geçen yollar tam toprak değil de
hafif taşlı yapıda olduğundan yürümesi kolaydı. O büyük kayaya daha fazla
ilerlemedim, çünkü Ersan yol boyunca ondan bahsettiği için nasılsa kahvaltıdan
sonra gideriz diye düşündüm. Onun yerine doğu tarafına yöneldim.
Burada yol bir süre sonra beton yola dönüşüyor ve beni bir vadi manzarasıyla
Resim 13. Şahinkaya’nın evin bahçesinden görünüşü. |
Resim 14. Evin doğu trafındaki yolun vadiyle buluştuğu yer. |
buluşturuyordu. Sol
tarafımdaki vadinin alt kısmından şarıl şarıl akan su sesi geliyordu. Orada ya
bir nehir ya da bir şelale vardı. İnmeyi düşündüm ama saat ilerlediği için eve
geri dönmem daha iyi olacaktı. Sadece yolun sonundaki vadi manzarasını bir
görüp dönecektim, çünkü her nedense buraya gelmeyiz gibi bir düşünceye kapılmıştım.
Biraz ilerleyince her iki tarafı keskin bir şekilde vadilere uzanan bir tepenin
ucunda yıkık dökük bir kale gördüm. Yolda gelirken Ersan köylerinde Cenevizler
döneminden kalma bir kale olduğunu söylemişti. Sonradan öğrendim ki bu o
kaleymiş ve karşısındaki köy ise Çal imiş (Resim 15,16).
Resim 15. Cenevizlerden kalma kale ve arkasında Çal köyü. |
Uzatmadan geri
döndüm. Kahvaltımızı yaptık ve birlikte dışarı çıktık. Ersan konakladığımız
baba evi çevresindeki ailesine ait diğer evleri bize gösterdi. Köy gerçekten
Ordu’da gördüğüm köylerden çok daha bakımlı, düzenli ve temizdi. Belli ki köyde
yaşayanlar bahçeleriyle oldukça fazla zaman geçiriyorlardı. Buralarda yabancıya
toprak satmak bir yana, bir karış toprak için bile köylü gerekirse kavga edebilirdi.
Ama yine de buralara bile Araplar gelmişti. Evet... Toprak veya ev almaya çalışıyorlardı. Ersan bize babaannesinin evini gösterdi (Resim 17,18).
Resim 16. Kalenin yakından görüntüsü ve vadi. |
Resim 17 ve 18. Yrd. Doç. Dr. Ersan Çelik ve babaannesinin evi. |
Bu düzgün kesilmiş
taşlardan yapılmış bir yapıydı. Çevredeki diğer taş yapılarla çok benzerlik
gösteriyordu. Bu yapılar tek katlı, çok az pencereli ve balkonsuz yapılardı.
Babaannesinin evi temiz ve çimli bir bahçede bulunuyordu. Amcasının ve kuzenin
betonarme evleri de hemen yakınımızda bulunuyordu. Bazı yerlerde ladin çamları vardı
ve daha sonra bunlardan çok fazla sayıda Şahinkaya’da da görecektik. Bana
ilginç geleceğini düşündüğü için olsa gerek çatı malzemesinin ne olabileceğini
sordu Ersan. Ben de daha önceden gezdiğim yaylalarda gördüğüm saclardan
olacağını söyledim ama pek de benzemiyordu hani. Değilmiş. Öncelikle işçilik
çok daha temizdi. Bazı yerlerinden katlanmış ve düzgünce bükülmüştü. Taş evin
üzerinde çok abes görünmüyordu. Meğerse zeytinyağı tenekesiymiş! Bunu sadece
taş evlerde çatı malzemesi değil, bazen de serenderlerde çatı malzemesi ve
hatta yapı malzemesi olarak kullanıyorlardı (Resim 19,20).
Resim 19. Yapı malzemesi olarak zeytin yağı tenekesi. |
Resim 20. Köyün vadiye bakan kesimindeki bir evin serenderinde zeytinyağı tenekelerinin çatı malzemesi olarak kullanımı. |
Zeytinyağı
tenekeleri uygun bir şekilde yerleştirildikten sonra üzerlerine katran sürülüp,
yıllarca kullanılıyormuş. Aslında oldukça etkin bir çözüm olarak görülüyor.
Edindiğim bilgilere göre Sidiksa köyü etimolojik olarak Pontos Rumcasında
“dysa”, “sis” den, sisli yer anlamına geliyor. Biz sis görmedik ama denizden
dik bir açıyla başlayıp karaya doğru uzanan vadinin kimi sabahları oldukça
sisli olduğunu düşünebiliyorum. Sidiksa’ya günümüzde Çayırbağı diyorlar. Akçaabat’ın,
şimdi ise Haçka’nın en eski köylerinden biri olup, tarihi ile ilgili bir bilgi
bulunmuyor. Tarihi muhtemelen Osmanlı döneminin öncesine uzanan bu köyde şimdi
5 mahalle bulunuyor. Bunlardan Kadahor ve Abanohor’un ne zamandan bu yana
olduğu belli değil. Sonradan Sani, Zelaha ve Gülcana diye üç mahalle daha
eklenmiş ve son iki mahallenin Osmanlı ve Türk dönemine ait olduğu biliniyor. Gülcena
ise “gül” ile ilişkilendirilmiş. Burada bolca kuşburnu olduğunu öğrendim.
Biliyorsunuz, kuşburnunun gülüne Nesrin denir. Edebiyatımızda da geçer.
Kuşburnuna da aşı yapılarak bildiğimiz gül elde ediliyor. Çayırbağında ise
vaktiyle hem serender hem de taş bina konusunda oldukça ün yapmış Sürüloğulları
ve Sarıoğulları diye iki aile varmış. Bunların yaptığı taş evlerin bir kısmı
halen orada bulunuyormuş. Bu konuda yönlendirilmediğim için, bu evleri ayrıca
göremedim. Yapılarda taş yontu veya kabartma göremedim. Ama belki de
gördüklerim arasında bu ustaların yaptığı evler vardı, çünkü işçilik bazı
evlerde oldukça temizdi ve mimari özellikleri oldukça benzerdi.
Ersan’ın ailesine ait evleri gördükten sonra Şahinkaya’ya doğru yöneldik
(Resim 21). Yolun ilerisinde bir çöküntüye dikatimi çekerek, bu tip çöküntülerin
buralarda olduğunu, bunların aşağıdaki kale ile alt bölümden bağlantılı
olduklarını ve vadinin aşağısında bulunan şelalenin bulunduğu mağara ile de
bağlantılı olduğunu söyledi. Yani neresinden baksanız 5 km vardır, fazlası
yoksa. Bu kaya, bölge için hatırı
sayılır büyüklükteydi ve yolu mükemmel bir trekking yoluydu aslında. Hem çok
tehlikeli olmayan kayalardan ve küçük yükseltilerden yürüyerek tırmanılıyor,
hem de bu sırada çevrenizdeki ladin çamları ve mükemmel bir vadi manzarası size
eşlik ediyordu. Tabi şimdilik böyle, çok sevinmeyin. Köylünün vermiş olduğu
bilgilere göre hükümet bir süre önce köye gelip kaya ile ilgili bir inceleme
yapmış. Tabi siz beklersiniz sit alanı ilan edilsin diye ama kayalardan yapılan
analiz çimento yapımı için uygun olduğu yönde olmuş. Sonuç olarak buraya
çimento fabrikası kurulması için Başbakan talimat vermiş, kuracak da yine
Trabzon’dan Albayraklar grubu olacakmış. Köylü bunun üzerine feryat figan
çimento fabrikasını engellemeye çalışmış. 90 yaşındaki nine bile elinde “bu ne
yiyecek?
Resim 21. Şahinkaya. |
Resim 22. Şahinkaya’ya giderken karşılaştığımız iki köylü hanım. |
Çimento mu yiyecek?” yazılı pankartı elinde ineğini alıp Trabzon’a inmiş.
Bu şekilde bazı tepkilerle mahkemelik noktaya gelinince “şimdilik” çimento fabrikası
yapımı askıda görünüyormuş ama her an başlayabilirmiş. Bence de o güzelim yeşil
vadiye yakışabilecek en iyi yatırım bir çimento fabrikasıdır! 40 yıl düşünsem
aklıma gelmezdi. Akıl eksikliğinden olsa gerek.
Şahinkaya’ya doğru ilerlerken iki tane geleneksel kıyafetler içinde bayan
sırtlarında koca sepetlerle yaklaşıyorlardı (Resim 22). Ben de böyle
görüntüleri kaçırmayı hiç sevmem dostlar. Hemen kamerayı kaldırdım. Bunu gören
bayanlar kendilerinin fotoğrafını çekmemden rahatsız olacaklardı ki
Ersan benim Karadeniz’le ilgili bir çalışma yaptığımı ve kendisinin de o köyden
olduğunu açıkladı. Hemen fotoğraflarını çekmeme izin verdiler. Sidiksa köyünde
karşılaştığım ve “bahçeden” sırtında koca sepetiyle dönen tüm bayanlarda
gördüğüm ortak özellikleri sıralayacak olursam öncelikle kıyafetlerine dikkat
çekmek isterim. Burada Ordu’nun hiçbir köyünde rastlamadığım orandan nispeten geleneksel
görünümlü kıyafetler “bahçede” çalışırken bile kullanılıyordu. Kenarı oyalı
örtülerini başlarına bağlama şekli benziyordu. Hanımlar birkaç kattan oluşan
kıyafetlerinin altında günümüzde “babet” diye geçen ayakkabılara benzer çok
hafif topuklu ayakkabılar kullanıyorlardı. Bahçede çalışırken ellerinde
kazma/çapa vardı ama ayaklarında “bot” kullanmıyorlardı yani. İlginçtir çamurda
çalışacak olmalarına karşın bazıları beyaz renkte ayakkabı kullanıyordu ve
belli ki yöresel olan örme çorapları vardı (Resim 23). Karşılaştığım bayanların
hiçbiri kilolu değildi. Genel olarak zayıflardı. Muhtemelen iyi beslenememe ve
bahçe çalışması kilo almalarını engelliyordu. Belki en önemlisi bahçelerde çalışan
hiç erkek yoktu. Sadece bayanlar çalışıyordu. İnanın, birazdan yeri geldiğinde
fotoğrafını göstereceğim, gerçekten en azından 70 yaşında olan köylü hanımların
bile sırtında 15-20 kilo yük taşıdıklarını bizzat gördüm. Bu o bölge için
normaldi. Karadenizde, özellikle doğusunda böyle olduğunu hep duymuşumdur ama
yine de bize çok ters geliyor dostum.
Şahinkaya’ya yaklaştığımızda Ersan
kayanın arka köşesindeki bir boşluğa dikkatimizi çekti (Resim 23). Kenarında da
doğal kaynak bir su vardı. Burada vaktiyle birileri hazine aramış. Karadeniz
yöresinde hazine arayışları neredeyse her yerde karşılaşabileceğiniz bir hikaye
olup, gerçeklik payı “yüksektir”. Şaka değil bu söylediğim. Çok uzakta değil,
hemen doğuda bulunan Ceneviz kalesi de işte bu hazine sevdasından nasibini
aldığı için şimdilerde temelinde duvarı kalmış viran bir şekilde duruyor. Bu
şekilde hazine bulup sırra kadem basanlardan tutun, bir anda zengin olan
ailelere kadar örnekler mevcut. Bir de konunun başka bir boyutu var tabi ki. O
da
Resim 23. Şahinkaya’ya giderken karşılaştığımız iki köylü hanım. Kıyafetlerine dikkat lütfen. |
Resim 23. Şahinkaya’nın arkasındaki hazine aranan boşluk. |
yok etmek. Nasıl
mı? Birisi filanca yerin “altında” hazine varmış diye bir rivayet ortaya
atıyor. Tabi altında olduğu için ulaşabilmek amacıyla üstünün yıkılması
gerekiyor. Bu şekilde bugüne kadar yüzlerce hatta binlerce yapı ve mezar
yıkıldı gitti ama hazine sevdası bitmedi.
Şahinkaya’nın üstü biraz önce belirttiğim gibi trekking sporu için mükemmel
bir parkur. Ayrıca, biraz güneyde bu kayanın ortadan ikiye düşey olarak
yarılmış olduğunu görüyorsunuz. Bu bir-iki adam genişliğindeki yarık aşağıya, vadiye
doğru uzanıyor (Resim 24). Bu arada etrafımız ladin çamları ve çimlerin üstünde
açmış binlerce bahar çiçeği ile donatılmış durumdaydı. Tam bir bahar şöleniydi.
Ve insan düşünüyor: Burası çimento fabrikası kurmak için mükemmel bir yer!
Dönüyoruz ve Şahinkaya’nın sarp köşesine doğru ilerleyip vadinin manzarasını
görelim diyoruz. Gerçekten muhteşem bir vadi görüntüsü var ve bu vadi tamamen
yemyeşil veya alabildiğine evler arasındaki arazilerde çiçeklerle, ağaçlarla
donatılmış halde sizi büyülüyor (Resim 25).
Resim 24. Şahinkaya’da vadiye doğru inen dar yarık. |
Bende aslında
yükseklik korkusu vardır. Böyle sarp bir kenara gelip durmak veya fotoğrafını
çekmek pek yapabileceğim birşey değil ama vadi manzarası öylesine güzek ve ben
de ne zamandır şöyle çatılarından çekebileceğim köy evleri arayışında olduğum
için sürekli kadraja farklı yönlerden vadi manzaraları aldım durdum (Resim
26-29).
Resim 25. Yarığın hemen yanından çektiğim bu fotoğrafta bahar çiçeklerinden örnekler. |
Resim
26. Şahinkaya’nın karşısındaki kesintisiz yeşil alan. Şüphesiz çimento
fabrikası için çok uygun bir yer.
|
Resim
27. Sarı bahar çiçekleriyle bezenmiş bahçeler.
|
Resim
28. Vadinin güney yönü.
|
Resim
29. Vadinin kuzeydoğu yönü.
|
Şahinkaya’yı gezdikten sonra Kale’ye bizi götürdü ve
bu sırada yine bir grup köylü hanımla karşılaştık. Beni bir televizyon
kanalından çekim yapmaya gelen bir kişi zannettiler (Resim 30). Ersan, bu
köydeki bayanların fotoğraf konusunda çok çekingen olduklarını belirtti.
Aslında haksız da sayılmazlardı. Düşünsenize tanımadığınız bir adam elinde
fotoğraf makinası “bana lütfen poz verir misiniz?” diyor. Ben olsam istemezdim.
Ersan köylülerle konuşunca ve kendisinin de aynı köyden olduğunu söyleyince
bayanlar hemen rahatlıyor ve poz veriyordu. Bence gayet doğal bir tepkiyi bu.
Ben Ordu’da bu tip kıyafetler hiç göremediğim için nispeten etkilenmiştim.
Ersan, birazdan aşağıda uğrayacağımız Çal köyündeki bayanların bunlardan çok
daha renkli giyindiklerini, bazen sarı bir yelek ve içlerinde yine rengarenk
elbiselerinin olduğunu söyledi. Onlar fotoğraf çektirme konusunda da çok
rahatlarmış. Ayrıca sarışın mavi gözlü çocuklar sokaklarda oynuyormuş. Yaşasın
dedim! Buradan da arabaya atlayıp aşağıdaki şelaleye gittik. Yolda vadiye
indikçe baharın etkilerinin ne kadar hakim olduğu anlaşılıyordu (Resim 31 ve
32).
Resim 31. Vadiye inerken Şahinkaya’nın uzaktan görüntüsü. |
Resim 32. Bir köy evinin önünden geçerken… |
Bahçelerin bir kısmında çalışan bayanlar vardı ve
kimisi de sabah çalışmış olduğundan, yüklü sepetleriyle dönüyorlardı (Resim
33). Bayanların kaderi belli ki hep aynıydı. Erkekler kahvede oturacak, onlar
bahçede çalışacaktı.
Resim 33. Bahçeden dönen köylü kadınlar. Kanıksamışlar bu hayatı belli. |
Buradaki bahçelerde de Karadeniz’in birçok yerinde
olduğu gibi kara lahana, mısır ve fasülye vazgeçilmezdir (Resim 34). Fasülye
sırıklarının dikilmiş olduğu bahçelerin sayısı az değildi. Kara lahanaların ise
bir kısmı tohumlanması için bırakılmıştı. Böyle bir bahçede sarı çiçekleri dolu
dolu gördüğünüz kara lahanaların bu amaçla bırakıldığını anlayabilirsiniz. Bu arada köy evlerinin arasından geçerken
betonarme 2 katlı yapıların oldukça hakim olduğunu farkettim. Evler olabildiğince
bitişik nizamda konumlanmıştı. Köyden ziyade kasaba havasındaydılar. Bu tip
evlerin neredeyse tamamının dış cephesi sıvalı ve boyalı olup, çatıları
mevcuttu. Bazı evlerin çatıları sactan bazılarınınki çatı kaplama
malzemelerinden yapılmıştı. Yalnız burada bir açıklama yapmak isterim. Burada
evlerde çatı yapıldığı zaman evin çatı katının tavanı betondan genellikle
yapılmaz. Ahşaptan bir tavan yapılır ve bunun üstünde de çatı çıkar. Bu ısı
kaybına yol açmakla birlikte, maliyeti düşürdüğü için sıklıkla tercih edilen
bir yöntem. Arabayla aşağıya doğru ilerlerken sık sık duruyoruz ve ben bir
fotoğraf çekiyorum, çünkü doğa manzaraları köy evleriyle birleşince çok
“rustik” kompozisyonlar oluşuyor.
Aşağıdaki şelaleye indiğimizde gece neredeyse hiçbir şey anlamadığımız
şelaleyi çok net olarak görebiliyorduk (Resim 34). İçinde bir tesis vardı ve
tabelası şelalenin yanından görünüyordu. Şelalenin altında içlere doğru uzanan
ve hatta Ceneviz kalesine kadar ulaştığı söylenilen bir mağara vardı (Resim 35
ve 36).
Resim 34. Şelale ve içindeki tesis. |
Resim 35 ve 36. Mağara ve içinden akan ırmak. |
Mağaranın iç kısımlarına iki farklı yoldan yürüyüş yolları
yapılmıştı ve bunlardan bir tanesinde yukarıdan akan suyu görmek mümkündü.
Ayrıca içeride taşlara kazınmış isimler vardı. Bazıları arapçaydı! (Resim 37).
Yani sen gelmezsin buraya arkadaşım ama elin arabı burayı bile bellemişti.
Mağaradan çıkınca şelalenin üst bölümünde bizi çay içmeye davet ettiler. Ben
aslında doğal güzellik içine entegre edilmiş tesislerden pek haz etmem, yanına
yapılmasını tercih ederim. Ama burada şelalenin hem yanında tesisler vardı hem
de içinde. Burayı işleten beyefendiyle biraz konuştuk. (Resim 38). Ben klasik
sorumu yönelttim… Burada HES var mı? Henüz yokmuş, projesi çıkmış. Gözünüz
aydın dedim, buralara yakışır. Onun üzerine sormadan kendisi çimento fabrikası
ile ilgili olayları anlattı. Köy ve çevresi bu durumdan hiç memnun değildi. Ama
zaten onların düşündüklerinin ve yaşamlarının ne önemi vardı ki? Önemli olan
tek şey kim, nasıl buradan yüklü bir gelir sağlayabilir. Uzun vadeli hesaplar,
ekolojik dengenin korunması, yok efendim HES dereyi kurutursa alabalık
popülasyonu, bitki örtüsü ne olur gibi naif- zarif düşünceler hiç yok ve bu tip
yatırımcı zihniyetine de uğramaz. Duyduğum kadarıyla Türkiye’de şimdilerde 350
civarında HES varmış. Her şehire ortalama 4 tane düşüyor yani. Hele Karadeniz
gibi suların şarıl şarıl aktığı yerlerde bunlardan bolca var ve bunlar hep aynı
siyasi dönemde yapılmış durumdalar. Benim bunu belirtmekteki amacım burada
siyaset eleştirmek değil. Zihniyet ve sonuçlarını göstermek. Bu toprakları
çorak ve çöl haliyle kimse çocuklarına bırakmaz istemez diye düşünüyorum.
Resim 38. Şelalenin içindeki işletmenin sahibi. |
Buradan
çıktıktan sonra Çal’a doğru ilerliyoruz. Rakım olarak nispeten daha aşağıda yer
alan bir köy bu ve köyün arkasındaki dik yamaçta kayaların arasında yer alan
küçük mağara gibi oyuntular görüyoruz (Resim 39).
Resim 39. Çal’ın arka yamacındaki mağaralar. |
Buradaki kayalar belli ki su
ve rüzgar tarafından aşındırılmış ve kimi yerdeki çökmelerle aralarında
bağlantılar oluşmuş. Çal, Çayırbağı’na oranla biraz daha bakımsız ve binaları
bir kısmının sıvasız, dışında sadece tuğlayla öylece oturma izni aldıklarını
görüyorsunuz. Bu iş nasıl oluyor diye hayret etmemek imkansız. Karadenizdeki en
çirkin şey kesinlikle imar planı ve şehircilik. Binaların dış görünümleri
gözünüzü tırmalıyor ve yeni yapılan binaların da bundan çok farklı
olmadıklarını görüyorsunuz. Örneğin, Trabzon şehir planlama, imar vs
konularında tam olarak “kaos” kelimesiyle birebir örtüşüyor. Sanki Elizabeth
Murray’in bir tablosuna bakıyorsun. Avrupalıda bu doğa olduğunda, örneğin
Norveçte sade ve geleneksel bir mimari ile doğanın güzelliğini taçlandırılmış olduğunu
görüyorsun. Buralarda vaktiyle bu zihniyetle şekillendirilmiş olsa çoktan
turistik patlamanın yaşanacağı yerler olurdu. Ama ben o günün hiçbir zaman
gelmeyeceğini bilenlerdenim.
Çal'daki bayanlar fotoğraf çektirme
konusunda çok rahatlardı. Bir tanesinden istedik, kırmadı hemen poz verdi
(Resim 40). Biraz ileride yolda çocuklar oynuyordu (Resim 41). Gerçekten de Ersan’ın
söylediği gibi aralarında sarışın veya kızıl olan mavi gözlü çocuklar vardı.
Kim bilir ataları nerelerden göç edip gelmişlerdi. Zaten bu toprakların neresine
bakarsanız, herkesin buralarda aslında bir şekilde misafir olduğunu ve hatta
zamanla yer değiştirdiklerini görürsünüz. Düşünün Bursa’ya gelen Artvin’liler
dağ eteklerinde Artvin’e benzer yer aramışlar ve yerleşmişler. Artvin neresi
Bursa neresi…
Resim 40. Çal’da bahçede çalışan bir bayan. |
Resim 41. Çal’da gödüğümüz çoçuklardan. Neşelerine diyecek yoktu. |
Çal’da maalesef arkadaşımızın
bahsettiği şekilde giyinen bayanlara rastlayamadık. Genellikle düğün günleri
zaten böyle giyinirlermiş. Yanyana bulunan iki köy arasında bile insanlar
arasında farklılık olabilmesi ilginç. Nispeten kısa sayılabilecek bir sürede
köyden geçtikten sonra vadi boyunca ilerleyip Akçaabat’a gittik. Trabzon’da ilk
defa bir köye gittiğim için aslında oldukça ilginç gelmişti bana. Bundan sonra
biraz daha doğuya, örneğin ilçenin içinde başlarına peştamal bağlamış kadınları
gördüğüm Sürmene’nin köylerine bir gitmek farz oldu. Aslında hiçbir köy
kültürüm, geçmişim veya önceden gitmişliğim olmamasına karşın böyle yayla, köy
gezdikten sonra hep acaba daha ne kadar süre bu tarzda gezerim diye düşünüyorum.
Bakalım zaman ne gösterecek.