Çambaşı'ndan Keyfalan’a Yol Boyunca
2014
yılı Nisan ayında Trabzon Sidiksa köyüne gittikten sonra Ordu’da kalan zamanımı
daha önceden gitmemiş olduğum bir yere giderek değerlendirmek istedim. Sevgili
Bora Aşar da hemen arkadaşlarını arayıp Keyfalan yaylasına gidelim dedi...
Aslında bir önceki gün Trabzon’dan geldiğimiz için yorgunduk. Hani bazen yol yorgunluğu çok olunca uykunuz bile çok gelse yatak batar, uyuyamazsınız ya, işte bir önceki geceyi o şekilde geçirmiştim. Sabah da yataktan kendimi kazıyarak kalkmıştım. Trabzon’da sadece gezmiştik, taş taşımamıştık. Çok da keyifliydi ama nedense çok yorulmuştum. Bir de Ordu’daki panaromik deniz manzarası olan evimi kapatma ve bir süreliğine de olsa buradan ayrılma düşüncesi sanıyorum beni üzüyordu.
Aslında bir önceki gün Trabzon’dan geldiğimiz için yorgunduk. Hani bazen yol yorgunluğu çok olunca uykunuz bile çok gelse yatak batar, uyuyamazsınız ya, işte bir önceki geceyi o şekilde geçirmiştim. Sabah da yataktan kendimi kazıyarak kalkmıştım. Trabzon’da sadece gezmiştik, taş taşımamıştık. Çok da keyifliydi ama nedense çok yorulmuştum. Bir de Ordu’daki panaromik deniz manzarası olan evimi kapatma ve bir süreliğine de olsa buradan ayrılma düşüncesi sanıyorum beni üzüyordu.
Keyfalan yaylası’nın Çambaşı
yaylası ve Yeşilce’nin ötesinde bulunduğunu öğrendim. Ne ilginçtir ki kaç defa
Çambaşı yaylası’na gitmeme karşın Keyfalan yaylası’nın ismini 2.5 senedir
duymamıştım. Özellikle son 1.5 senedir şehirin çevresinde bu kadar çok gezmeme
karşın bu yaylanın adını duymamış olmam garipti. Bundan dolayı bu yayla için
biraz önyargım vardı. Ama yine de gitmek gerek dedim...
Sabah 9 gibi Ordu’dan yola
çıktık. Yaylaya ulaşabilmek için önce Mesudiye’den geçmemiz gerekiyordu. Bu
demekti ki Yeşilce’den de geçip gidecektik. Ben daha önceden 2011 yılında
Yeşilce’ye gitmiştim ve gerçekten tüm şirinliğiyle, sıcaklığıyla çok beğenmiştim.
Ordu’nun diğer köyleriyle kıyaslanmayacak kadar bakımlıydı. Sizlerle bir önceki
ziyaretimdeki fotoğrafların bir kaçını da burada yeri geldiğinde paylaşırım.
Keyfalan yaylasına Ordu
merkezden ulaşmak telaşsız ortalama 2.5 saat içinde mümkün. Karadenizdeki benim
gördüğüm tüm yaylalar için zaten en az 1 saat karanın içlerine doğru gitmeniz
gerek. Hatırlayacaksınız, daha önceden yazmıştım, Çambaşı yaylası, Ordu’nun en
bilindik yaylası ve son bir iki senedir kış sporları açısından da bölge için
bir cazibe merkezi oluşturuyor. Bu yazıda Çambaşı yaylasına kadar olan yolu
ilave olarak anlatmayamacağım. Ama Çambaşı’ndan sonrası başka...
Sanşlıydık, pırıl pırıl güneşli
bir hava vardı ve bahar güneşinin nispeten daha yoğun hissedildiği bir sabahtı.
Yolda giderken Çambaşı yakınlarında hava serinleşmesine karşın pencereleri
açabiliyorduk. Neşemiz yerindeydi. Tepelerde yeşilliklerin arasında hala öbek
öbek karların olduğunu görüyorduk (Resim 92). Hava nefisti, tertemizdi. Öyle ki
ciğerinin dibine kadar çekip tutmak istiyorsun. Sanki nefes almak değil bu. Bu
lokma nefes yemek gibi... Hemen ileride bir koyun sürüsü gördük. Ben de bu manzaralara
hiç dayanamam. Hele aralarında zıplayarak giden kuzuları görmek benim bittiğim
andır. İşte
o zaman bir
anda büyükşehir boyutundan çıkıp gönül süt liman yayla boyutuna geçiveriyorsun.
Kara-kuru Ankara’dan gelmişsin. Uçmaya dünden razısın. Buradaki görsel sölen,
havadaki hafif bir esinti veya gökte süzülen bir bulutla birleşince, herşey bir
anda şiirsel bir boyut kazanıyor. Bu esintiyi teninde ve saçlarında
hissettiğinde sanki dokunaklı bir sinema film müziği duymuş gibi oluyorsun.
İşte o “geçişi yaşayabiliyorsan”, buradaki herşeyi daha güzel ve dingin bir
gözle görüyorsun. Herkesin bakışı benziyor, yüzler bebekleşiyor. Bir aşk
sarhoşluğu etkisi yaratıyor bu geçiş. Yağmurda dans eden adam gibi oluyorsun. 72
millete daha bir başka bakıyorsun dostum, tadmayan bilmez. Sanki hepsi senin
içindeymiş gibi oluyor.
Çambaşı yaylasına vardığımız zaman
kasabanın içinde baharın henüz tam olarak gelmediğini görüyoruz. Buradaki yayla
evleriyle kaşırık manzara, özellikle karlı dağ fonuyla birlikte göz okşuyor
(Resim 93). Uzaktan burnunun içine bir kar kokusu geliyor. Bir nefes çekip ohh!
diyorsun. Biz bu seferlik sadece bu kadar diyoruz. Bu majestik dağ manzarasına şöyle
bir bakıp geçiyoruz. Çünkü gideceğimiz yolumuz çok. Öncelikle Mesudiye’ye
uğramamız ve oradan
Resim 93. 2014 Nisan ayında Çambaşı yaylasından geçerken. |
bizi yaylalara götürecek
Taşkın Yılmaz kardeşimizi alacağız. Sonra da ver elini Keyfalan diyeceğiz. Ben
de yol boyunca neler görüyoruz sizlere anlatacağım. Çambaşı yaylasından
uzaklaşırken bir anda karlı tepelerin de azaldığını görüyoruz. Bundan sonraki
durağımız Yeşilce... Vaktiyle, burada sanıyorum 7 sene kadar çalışmış olan ve
şimdi Ordu Üniversitesi Personel Daire Başkanlığı’nı yürüten Sn. Ali Çakmak, Yeşilce
hakkında ben gitmeden önce çok överek bahsetmişti. Hem çok güzel bir yer hem de
insanları çok medenidir demişti. Birçoğunuz Beypazarı veya Şirince deyince
bilir ama Yeşilce’yi bilmez, çünkü tanıtım yetersiz değil, yok.
İlerlerken
Mesudiye’ye bağlı Zile obası’ndan geçiyoruz. Burası yerleşimi bitişik düzende
olup, nispeten bakımsız yayla evlerinin oluşturduğu ve çevresinde ağaç da dahil
başka hiçbir şeyin olmadığı bir oba (Resim 93, 94).
Bence karizması sıfır olan
bir yer. Ben buradan iki kez geçtim şu ana kadar. Henüz bir insan görmedim
içinde ama 2011 Ağustos ayındaki geçişimde bu civarda birkaç çocuk görmüştüm ve
buradaki sosyoekonomik seviyenin içler acınası olduğunun bir göstergesiydi
bence (Resim 95).
Resim 95. 2011 Ağustos ayında Yeşilce’ye giderken Zile obası yakınlarında gördüğüm çocuklar. Sanki arkadaki köpek de dahil hepsi mutsuzlar. |
Yeşilce’ye giderken
o zaman burada yol çalışması vardı. Bir türlü rahat gidemiyorduk. Herhalde 30
km kadar bir mesafe boyunca yola dökülmüş taşlardan dolayı saatte en fazla 20-25
km hızla ilerleyebiliyordum. Ayrıca şimdi rahat gidebildiğim yolda o zaman bir
de inanılmaz bir sis vardı ve ben önümü biracık olsun görebilmek için “güneş
gözlüğü” takmak zorunda kalmıştım. O dönemde yayla yolunda araba sürme
tecrübemin daha başında olduğum için gerginlik de bir o kadar fazlaydı. Bugün
bana uçurum gibi gelmeyen yol kenarları o zaman korku filmi etkisi yaratıyordu.
Velhasılı acemilik kötü şey kardeşim. Tabi bu sis ve bulut olaylarının sevimsiz
olduğu yönler kadar güzel olduğu yanları da var. O sisten cıkıp biraz yukarıdan
veya kenarından baktığınızda şahane bir manzara ile karşılaşabiliyorsunuz
(Resim 96, 97). İşte Yeşilce’ye
yaklaşırken daha
önceden “bulutun” içinden geçip de yaklaşabildiğim ve sonra yine bulutun içinde
bir süre daha devam ettiğim yayla bölgesinden bu sefer günlük güneşlik bir
havada geçiyordum ve alabildiğine çevreyi görebiliyordum.
Yeşilce’ye çok yaklaştığımızda bizi önce kıvrılan yolun kenarına dizilmiş
birkaç tane sactan çatısı bulunan ahşap ev karşılıyor. Bunların çoğu içinde
yaşanılan veya ahır gibi kullanılan yapılar. Çok da bakımlı görünmüyorlar
(Resim 98). Mesudiye’ye bağlı olan Yeşilce, 2014
Resim 98. Yeşilce’nin girişine çok yakın ahşap evler. |
belediye
seçimlerinden sonra şimdilik eski havasından birşey kaybetmiş değil. Evler hep
bakımlı ve çatılar bir model boyanmış vaziyette. Tabi bu temizlik ve düzen
Fevzi Ünal’in belediye başkanlığı dönemine dayanıyor. Genel olarak baktığınızda
aynı şekilde boyanmış beton veya benzer şekilde görünen tipik yayla evleri
görüyorsunuz. Bu kadar küçük bir yerleşim alanındaki bu mimari bütünlük
gözünüzü okşuyor. Ben buraya ilk geldiğim 2011 yılı ağustos ayında bir gece Yeşilce’nin
hemen girişindeki uygulama otelinde kalmıştım. Sabah erkenden kalktığımda Yeşilce’nin
üstünden geçen gökkuşağı harika görünüyordu (Resim 99).
Bunun da ötesinde,
burada yaşayanların büyük bir kısmı aslında İstanbul’da ikamet ederlermiş ve köklerine,
topraklarına sahip çıkarlarmış. Sabah erken saatlerde elinde köpek,
eşorfmanları çekip yürüyüş yapan insanları yollarda görebiliyordunuz. Ben daha
önceden böyle insan manzaralarını görmediğim için şaşırmıştım. Sanıyorum ağustos ayında
Mesudiye ve Yeşilce’de şenlikler yapılıyor ve burası için özel olan “keşkek”
pişiriyorlar. Ben henüz o günlere rastlayamadım ama şenliklerde buralarının çok
kalabalık olduğunu söylüyorlar.
Yeşilce’de deniz ikliminin etkisi
azaldığı için yaz aylarında Ordu sahil kesiminde görme ihtimalinizin olmadığı
“sarı ot” burada olabiliyor. Zaten gece gündüz sıcaklık farkları yaz aylarında
bile fazla. Örneğin, biz Ağustos ayında geldiğimizde Ordu Üniversitesi’nin
Yeşilce’deki Meslek Yüksek Okul müdürü Sn. Hasan Uğur bizi karşılamıştı. Sonra
da klasik yayla evlerinde bizi misafir etmişti. Kendisi güneşten yanmış olduğu
halde sıcaklığın öğlen 29 derece olduğunu söylemişti. Ancak, biz otelde
kaldığımızda gece kaloriferleri yakmışlardı ve biz yorgan kullanmıştık. Tabi
yayla sayılır buraları. Bana artık normal geliyor böyle şeyleri duymak. Ama o
zaman acemiydik.
Yeşilce’nin hemen
girişinde arkadaşlara beni bırakmalarını rica ettim. Sizinle belediyenin orada
buluşuruz dedim. Amacım, Yeşilce’nin hemen girişindeki bazı taş-ahşap yapıların
fotoğraflarını çekmekti. Birkaç tanesinin fotoğrafını daha önceden çekmiştim
ama bir tanesinde, ahşap örme
duvarın üzerindeki
sıvayla ilgili demonstratif olduğunu düşündüğüm bir görüntü vardı (Resim 100).
Resim 100. Fotoğrafını çekmekte olduğum evin duvarı. |
Bana nedense böyle görüntüler hep ilginç geliyor, duvar işçiliği özellikle
böyle ahşap evlerde çok kolay bir olmasa gerek. Bir de dökülmüş sıva, duvar anatomisini
daha açık bir şekilde ortaya koyuyor belki ondandır. Sanki içini görmüş gibi
oluyorsun. Tam fotoğrafını çektim, baktım ki elinde birkaç torbayla yürümekte
olan yaşlıca bir adam bana doğru bakıyor. Gülümsedim, selam verdim. Bana neyin
fotoğrafını çekiyorsun diye sordu. Ben de Karadeniz yayla evlerinin ilgimi
çektiğini ve oradaki evin duvarını çektiğimi söyledim. O zaman bizim köye gel,
orada 300 yıllık kütük evler var, bolca fotoğraf çekersin dedi. Nerede ki köyün
amca dedim. Yeveli... 4 km uzakta. Senin araban vardır, geçerken beni de alın
dedi. Arkadaşlar Yeşilce’de bir sormam gerek dedim. Kendisine teşekkür edip
oradan hemen ayrıldım. Aslında belediye’nin yanında bekleyen arkadaşlarla
buluşup devam edecektik. Belediye’nin yanına geldiğimde bizimkiler çay
içiyorlardı (Resim 101). Beni birisiyle tanıştırdılar, ben de hemen ona
Yeveli’yi sordum. Muhtarı aradı, gelmek istediğimizi söyledi. Hemen arabaya
atlayıp, yola
Resim 101. Belediye’nin hemen yanında çay içen adamlar. |
koyulduk.
Yeşilce’nin hemen çıkışında da o amcayı aldık. Aslında hiç uzakta değildi.
Yeşilce’nin hemen girişinde Yeveli köyü yol ayrımı vardı (Resim 102). Buralarda
her nedense insan kendini hep iç anadolu’da gibi hissediyor. İnsanlarda
bilindik Karadeniz lehçesi de olmadığı için bu duyguya katkı yapıyor.
Resim 102. Yeveli köyünün hemen girişindeki evler. |
Yol ayırımından hemen saptıktan
sonra, çok değil biraz ileride hemen yayla evleri kendini göstermeye başlıyor. İyi
ki geldik, şimdi ne evler göreceğiz kimbilir diyorum.
Biraz ileride sarp bir kayanın kenarına anıtsal bir şekilde dikilmiş
bir yayla evi dikkatimi çekiyor (Resim 103).
Resim 103. Sarp bir kayanın kenarına inşa edilmiş taş-ahşap bir bina. |
Dahası, buradaki evler daha önceden
gördüğüm yayla evlerinden çok daha bakımlılar ve sayıca çok fazlalar. Ben
olabildiğince bu tip yapıların fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum. Çünkü
bazıları ya metruk olduğu için zamanla yıkılıp gidiyor ya da sahibi onu yıkıp
yerine betonarme bir bina çıkmak istiyor. Bu şekilde daha şimdiden fotoğrafını
çektiğim ve sonradan yıkılmış olduğunu gördüğüm binalar var bu bölgede. Tabi
kültürel dokunun korunması açısından aslında bu evlerin korunma altına alınması
ve yapılacak tadilatların bile denetimle yönlendirilmesi gerekiyor. En azından
insanlar iyice bilinçleninceye kadar böyle olması gerek. Buradaki binalarda
dikkatimi çeken en önemli unsur, taban bölümündeki taş işçiliğiydi. Aralarında nispeten
gelişigüzel yığma taştan yapılmış binalar olsa da, kenar taşları kesilmiş ve
aradaki küçük boşlukların bile taşlarla “gap grading” yöntemiyle doldurulması yapılmıştı. Sıva neredeyse hiç görünmüyordu. Taş ustalığı
Karadeniz ortalamasının biraz üstündeydi.
Muhtar bizi bekliyordu da,
neredeydi? Hemen ileride yol çalışması yapan bir grup adam gördük. Araba’dan
yolda indiğimiz amca inerken, bize doğru da köyün muhtarı yaklaştı. O gün anladım
ki, bir köy gezeceksen mutlaka muhtarı yanına alacaksın (Resim 104).
Resim 104. Yeveli köyü muhtarı. |
İşin
kesinlikle kolaylaşıyor. Zamanımız azdı. Muhtardan hemen bizi eski kütük evlere
götürmesini rica ettim. Köy birkaç mahalleden oluşuyordu ve taş-ahşap evler
oldukça fazlaydı (Resim 105).
Öğrendiğimize göre 1939 yılında Ordu’da çok büyük
bir deprem olmuş, taş taş üstünde kalmamış. İşte bu evler o depremi
atlatmışlar. Peki içinde günümüz teknolojisiyle yük taşıyabilen kolonu olmayan
bu evler nasıl deprem atlatabiliyor? Bu konunun detaylarını şüphesiz inşaat
mühendisleri çok güzel açıklayacaktır. Benim görebildiğim kadarıyla genelde tek
kat veya en fazla iki kat olan bu temelsiz yapılar, sağlam bir zemin, taş üzerine inşa edilmeye başlanılıyor. Genellikle kestane ağacı
kullanılan üst bölüm nispeten hafif olduğu ve birbirine köşelerden geçmeler
olduğu için üst kısımda mekanik başarısızlık olma ihtimali düşük. Alttaki taş
duvar ise kimi evlerde duvarın ortasından yere paralel geçen uzunca bir ahşap
destek ile bölünmüş durumda. Bu farklı malzemeden araparça bana oyle geliyor ki bir stres kırıcısı gibi
etki yaparak hem yükü dağıtmak hem de olası yanal hareketler sırasında alt ve
üst kompartmanlardaki hareketleri birbirinden ayırmak için kullanılıyor.
Sonuçta taşta bazı yerlerde çökmeler dahi olsa duvar ayakta kalabiliyor.
Bu arada anlam veremediğim o şey
yine karşımda... Neden bu evlerde bu kadar az pencere var? Işık nereden
girecek? Eskiden elektrik bulunmazken bu insanlar günün ortasında bile bir pencereden
gelen loş ışık altında mı ev işlerini yapıyorlardı? Bir de alt katı kimi
evlerde ahır olarak kullananlar, sadece kapıdan giren ışıkla mı işlerini
yapmayı planlamışlardı? Burada ya eksik birşey var ya da henüz gerçek sebebini
öğrenemedim.
İlerliyoruz. Arabadan muhtarla inip,
bir ara sokağa giriyorum. Muhtar bölgedeki evlerin dış görünümlerinin benzer
kalabilmesi için çalıştıklarını söylüyor. Herkes istediği gibi yapmamalı diyor
ve haklı. Neden mi? Çünkü efendim, burada evinin dış cephesini “laminat parke”
ile kaplayan kişiler bile var (gördüm) ve haykırarak bağıran bu çirkinlik
mimari bütünlüğü bozuyor.
Bazı evler çok yıkık dökük durumda
ama yine de içinde oturanlar var. Muhtar, bu konuda çalıştıklarını ve
standardizasyonu sağlamaya çalıştıklarını belirtiyor. Biraz ileride ben bir
evin fotoğrafını çekiyorum (Resim 106). Çünkü herhalde en az 100 senelik vardır
bu ev diyorum. Bir
de evin önündeki ahşap
sütunlar ve aralarındaki boy farkı dikkatimi çekiyor. Nispeten daha çok
penceresi olan bu evin, belli ki bir karizması var. Ustası sütunları yaparken
neden aynı boyda ahşap kullanmamış anlayamadım. Muhtar hemen yanımda 250 yıllık
bir ev olduğunu söylüyor (Resim 107).
Resim 107. En az 250 yıllık olduğu söylenen kütük ev. |
Emin misiniz? diye soruyorum. Orada
olmayan ev sahibini hemen telefonla arıyor. İşte muhtarın yanında olmasının lüksü burada ortaya
çıkıyor. Buna isterseniz “muhtar etkisi” diyelim. Sahibi, evin 120 senedir ailelerinde olduğunu fakat ondan önce de bu evde yaşandığını,
en az 250 yıllık olduğunu söylüyor. İşte tarih karşında dostum. Olay budur. Ben
bunlar korunsun ve gerekirse halka bu konuda “karşılıksız” maddi destek
sağlansın diyorum. Çünkü bu yatırım mutlaka zamanla geri döner.
Bazı evlerdeki ahşap işçilik dikkatimi çekiyor. Ahşap kütük kısımı
taşıyabilmesi için evin içinden geçen ve taş-ahşap ayırımında bulunan kalın
kütükler kimi yerlerde desteklemek için kullanılmış (Resim 108). Bunların ve
bazı evlerin örme ahşap duvarlarının arasında sanki
Resim 108. Bina alt bölümünde kullanılan kütükler. |
killi toprak
kullanılarak bir harç yapılmış ve boşluklar doldurulmuş. 100 yılı aşmış olan bu
kütük evlerin dış cephelerini koruyan bir kaplama yok ve halen vakur bir
şekilde ayakta duruyorlar. Tek istedikleri bir şefkat eli... Tabi keşke bir
şefkatli el köyün okuluna da erişse, çünkü çok bakımsız (Resim 109).
Resim 109. Yeveli köyündeki okul. |
Birkaç sokakta fotoğraf
çektikten sonra dönüyoruz. Muhtar bey bizim için çay demletmiş ama kalamıyoruz.
Bir başka sefere olsun diyoruz, çünkü daha önümüzde gidecek yolumuz var. Köyden
ayrılıyoruz. Hemen Yeşilce’den geçip Mesudiye’ye doğru ilerliyoruz. Yol boyunca bakımlı köy manzaraları dikkatimi
çekiyor (Resim 110).
Resim 110. Mesudiye yolunda köy manzaraları. |
Mesudiye ve çevresi dağlık bir bölge ve buralarda bazen
terör olayları gerçekleşiyor. Dağlık bölgede konuçlanan teröristlerin çeşitli
saldırıları gerçekleştirdiğini haberlerden hep duyardık ama bölgeye hiç
gitmemiştik. Nereden buralar akıllarına gelmiş de gelmişler ve neden buralardan
temizlenemiyorlar anlayamıyoruz.
Mesudiye’ye vardığımız zaman Taşkın
kardeşimizle buluşuyoruz ve hemen onu alıp yola koyuluyoruz. Mesudiye, tam
çukur bir alanda oluşmuş bir yerleşim alanı. Ben Ordu’da bunun gibi çukurda
yerleşim alanları çok gördüm. Bu aslında insana garip gelen bir şey çünkü neden
çukur da yamaç değil sorusunun net bir cevabı olamayacağını düşünüyorsunuz.
Mesela ileride bir yazımda anlatacağım, Artvin bir dağın bir yamacına kurulmuş
bir şehir. Çevresinde o kadar çok vadi var ama yamaçta kurulmuş. Ordu gibi
yağış alan bir şehirde Mesudiye veya Gölköy gibi çukurda olan yerleşim
alanlarında kar veya yağmur sularının yapacağı etkiler şüphesiz fazla
olacaktır.
Bu gelişimde daha önceden bilmediğim
bir şey öğreniyorum. Mesudiye’nin içinden geçen ve Ordu’da denizde kadar uzanıp
dökülen Melet ırmağı meğerse bu bölgede keskin bir şekilde bitki örtüsünün de
değiştiği bir hattı ifade ediyormuş (Resim 111 ve 112).
Resim 111. Melet ırmağının üzerindeki köprüde bitki örtüsündeki değişikliği anlatan tabela. |
Resim 112. Mesudiye’ye yukarıdan bakış. Tamamen tepelerle çevrili bir alanda kurulmuş durumda. |
Mesudiye’den çıkıp, Sivas yolu boyunca ilerliyoruz. Kısa bir yol
ilerledikten sonra etrafımızdaki çam ağacı popülasyonunda dikkate değer bir
artış görüyoruz. Hemen ileride solda bir tabela (Resim 113) bize 9 km yolumuzun
olduğunu söylüyor.
Resim 113. Keyfalan yol ayırımındaki tabela. |
Yola sapınca bir anda bir çam ormanının içinde buluyoruz
kendimizi. Gerçekten çevrende nereye baksan çam ağacı ve uzaktaki tepelerde
bile hep bu ağaçlardan var (Resim 114). Ben Ordu civarında bu kadar çok çam
ağacını bir arada hiç görmemiştim. Bazıları da çok fotojenikti. Bir çoğumuzun
küçükken televizyonda resim programlarını izlediğimiz Bob Smith’in tablolarından
çıkmış gibiydi. Hani derdi ya işte bu ağaç sizin ağacınız... Gerçekten bazıları
şekil olarak çok estetik ve bunlar sayıca da az değiller.
Resim 114. Keyfalan yaylasına doğru ilerlerken |
Yolda ilerlerken istiflenmiş ağaç kütükleri görüyoruz ve Taşkın bize orman
idaresinin ihale yoluyla bunları nasıl sattığını anlatıyor. Ağaç kesimi yer yer
devam etmekle birlikte, boş bölgelere dikim yapıldığına rastlamadık. Bu arada
bu yol üzerinde bir kale olduğunu belirten bir tabela görüyoruz. Bütün bölgeyi
karış karış bilen Taşkın hiç gitmemiş kaleye. Adı Meletios (Yastura) kalesi.
Hadi birlikte gidelim diyoruz ve direksiyonumuzu o yöne çeviriyoruz. Yolda
burada da kaçak yapılaşmanın örneklerini görüyoruz (Resim 115).
Resim 115. Kaleye giderken yol boyunca kaçak yapılaşma örnekleri. |
Bunların
hepsinin yıkım kararı var diyor Taşkın. İlerlememize rağmen kaleyi göremiyoruz.
Önce bir mahalleden geçiyoruz ve yol tarifi aliyoruz. İlerleyip bulmayınca
yolda karşılaştığımız bir çobana soruyoruz. Sonuçta öyle bir yere geliyoruz ki
burada olması gerek diyoruz ama gözümüze kale görünmüyor. Arkadaşlarımızdan bir
tanesi çam ağaçlarının ilerisinde bir kayalığı gösteriyor, buldum diyor. Evet
gerçekten kaleyi görüyoruz ama enkaz halinde. Muhtemelen hazine avcılarının da sevdaları
sonucunda geride birkaç yıkık duvarı kalmış durumda (Resim 116). Hayal
kırıklığıyla hemen geri dönüyoruz. Anayola çıktıktan sonra Taşkın bize Keyfalan
yaylasına ulaşmadan önce Ulugöl yaylasının içinden geçeceğimizi söylüyor. Bu o
ana kadar bilmediğim bir şeydi. Zaten birbirlerine de çok yakınlarmış.
Resim 116. Kale bu fotoğrafın tam ortasındaki taş kütle. Şimdi neden bulmak zor oldu anlaşılıyor herhalde. |
Kısa bir süre gittikten sonra içinde
göl olan bir köye geliyoruz. Burası Ulugöl yaylası diyor Taşkın. Arabadan inip,
biraz geziyoruz. Oldukça küçük sayılabilecek bir doğal gölün çevresindeki küçük
bir yerleşim alanından ibaret bir yer. Terminolojik olarak gerçekten buraya
yayla mı demek doğrudur bilemiyorum. Hava parçalı bulutlu olduğu için birkaç
yansımalı fotoğraf çekmek istiyorum ama hafif rüzgar gölün üstündeki ayna
etkisini yok ediyor (Resim 117).
Resim 117. Ulugöl yaylasında göl çevresindeki evler. |
Çok kısa gölün kenarında durduktan sonra
ilerliyoruz. Köyün içinden geçerken yıkılmış bir yayla evi görüyorum.
Fotoğrafını çekmek için arabadan indiğimde Taşkın da bana anlatıyor (Resim
118,119).
Resim 117 ve 118. Taşkın kendi ifadesiyle “tipik bir
yayla evi” dediği yapıyı anlatırken.
|
Hocam diyor, bu
tipik bir yayla evi. Çatısı yok diyorum. O yıkılmış diyor ama hemen içeri girip
anlatmaya başlıyor. Tek oda üst kısmı ahşap olan bu yapının içinde bir aile
yaşıyormuş. Gerçek bir virane. Afganistan savaş filmlerinden fırlamış gibi.
İçinde “Allah Kerimdir” ağaç duvara kazınmış. Kapının hemen dışında alaturka
bir tuvalet yapılmış. Tabi tamamen açıkta bu tuvalet. Etrafı kapalı oda gibi
değil yani. Alt katta ise hayvanları tutarlarmış. Alt kattaki hayvanlardan
gelen “sıcaklık” ahşap üst katın ahşap zemininden sızarak yukarı çıkıyormuş.
Böylelikle aileye gece ısınabilmeleri için bir miktar sıcaklık sağlıyormuş.
Allah kolaylık versin diyorum.
Devam ediyoruz. Tam köyden ayrılmak
üzereyken, bir koyun sürüsü görüyoruz (Resim 119).
Resim 119. Ulugöl yaylası.
|
Biraz ileride varacağımız Keyfalan
yaylasının girişinde dışı ahşap, sactan çatılı evler var. Bunların hepsi
bitişik nizamda yapılmış. Yani biri burada ötekisi tepenin diğer tarafında
tarzında yapılmamış, çünkü bu şekildeki yapılaşma dağılımına belediye izin
vermemiş. Taşkın yapılaşma ve bina dış cephesine dikkat edildiğini söyledi ama
ben çok da ayrıcaklıklı bir görüntü görmedim. Biraz ileride hemen sol
tarafımızda geniş bir yayla uzanmaya başlıyor (Resim 120). Burada artık yaylaya girmeye başladığımızı söylüyor
Taşkın ve geniş alanın içinde birkaç tane göl olduğunu belirtiyor. Bu göller
büyük göller değil. İki tanesi suni göl. Doğal göl de var tabi. Burada henüz
sezon başlamış değil. Yayla sezonu başlayınca bir anda çok kalabalık oluyormuş.
Biraz daha ileride artık yaylaya giriş yapıyoruz. Evet
diyorum. Çambaşı yaylası veya Perşembe yaylasıyla karşılaştırılınca istiflenmiş
gibi yan yana bir sırta yapılmış binalar var. Tabi bunlar lüks villalar değil
ama genel manzara çok da kötü değil. Sokaklar biraz daha bakımlı olsa çok daha iyi
görünecek. Sezon açılınca, özellikle hafta sonlarında yeşil alanın piknik yapan
insanlarla dolup taştığını öğreniyoruz. Bakılınca birçok yere göre bakir
görülüyor. Açıkçası ben buna seviniyorum. Neden mi? Çünkü bu tarz yerlerde çevre
düzenlemesi genellikle, örneğin bir göl varsa etrafının masif betonlaştırılması
ile sonuçlanıyor. Bundan 15 sene önceki Uzungöl resimleriyle son bir yıl
içindeki halini karşılaştırısanız, ne demek istediğimi çok açıkça görürsünüz. Son
hali göl çevresinde gerçek bir betonlaşma rezaletidir. O bakımdan diyorum ki
dokunma. Dokunma, çünkü sen kontrolsüz dokunuyorsun ve bozuyorsun. Ve senin
bozduğun doğal güzelliği düzeltmek çok zor, çünkü amacın başka: açgözlülükle
orayı “düzenliyorsun”.
Keyfalan yaylasında yayla evlerinin
önünden geçen yol biraz ileride bir otelin önüne kadar uzanıyor (Resim 121).
Resim 121. Keyfalan yaylasındaki otel. |
Bu
otelin işletmesini her yıl ihale usülü devrediyorlarmış. Aslında çok yetersiz
gibi görünüyor ama, Ordu turistik anlamda, özellikle de yayla turizmi açısından
turist çeken bir bölge değil. Dolayısıyla yatırımcı gelmiyor. Ordu’lu iş
adamlarının ise Ordu’ya bir hayrının olduğunu duymadım, görmedim. Onlar da
sadece kendi ticari çıkarlarını düşünüyorlar. Çoğu da zaten İstanbul’da
yaşarmış. Yani benim bu laflarım da buharlaşır gider. Buralarda çok mücadele
edersiniz hiçbir şey elde edemezsiniz. Sadece zaman kaybı olur. Hemen bir örnek
vereyim de vahamet biraz anlaşılsın... Ordu Üniversitesinde çalışıyorum ve iki
dekan yardımcısı olarak Dr. Serdar Arıkan hocam ve ben oldukça eski sayılan ve bazen
tavan sıvası blok halinde dökülen eski taş binadaki tuvaletlerin yeniden
yapılmasını istiyoruz, çünkü bir Diş Hekimliği Fakültesi’ne yakışmayacak kadar
kötü görünümde ve pis kokuyor. Bu arada yakında da hasta tedavi edilmeye
başlanacak... Üniversite yönetimi fakülteye ziyadesiyle harcama yaptığını belirterek
konuyu bir süreliğine erteliyor ve biz iki kişi farklı kişi ve kurumları
dolaşarak tuvaletleri yaptırmak için para toplamaya çalışıyoruz. Sonuç: Hiçbir şey
elde edemedik. İki sene geçtikten sonra tuvaletler üniversite bütçesinden
yapıldı...
Yeşil alanda arabayı park edip biraz yürüyoruz. Otelin biraz aşağısında
doğal bir göl bulunuyor ve etrafı çam ağaçlarıyla çevrilmiş durumda. Benzer bir
durum yamaç üzerindeki evler için de geçerli. (Resim 122 ve 123).
Resim 122. Otelin biraz altında bulunan doğal göl. |
Resim 123. Keyfalan yayla evlerinin çevresindeki çam ağaçları. |
Göl oldukça
küçük sayılabilecek bir göl ve yakınında ağaç kesim işlemleri yapılıyor. Biz
orada dolaşırken kesilmiş ağaç kütüklerini sürükleyen bir traktör yanımızdan
geçti. Bu kesim hızıyla önümüzdeki on yıl içinde buraları ne olur bilmiyorum
ama içimde iyi bir his oluşmadı. Gölün etrafı bakımsız ama örneklerini gördükçe
bakılsın da diyemiyorum.
Bu bölgedeki köylü genellikle büyükbaş hayvancılıkla uğraşıyor ama küçükbaş
hayvancılık da az sayılmaz. Çambaşı yaylasından kuzu etlerini ve mangalını
alanlar burada piknik yapıyorlar. Ama biz böyle bir hazırlıkla gelmediğimiz için
biraz ilerideki bir köyde bulunan bir alabalık tesisinde yemeyi planlıyoruz.
Arabaya doğru yürümeye başlıyoruz. Rüzgarın kesilmeye başladığını farkediyorum
ve tam o sırada biz evlerin aşağısındaki bir gölün önünden geçiyoruz. Biraz
müsaade istiyorum ve gölün kenarına koşuyorum, biraz olsun bu yaylayı göl
yansımalarıyla görüntülemek istiyorum (Resim 124,125).
Resim 124. Keyfalan yaylası. |
Yayla manzara itibariyle
nefis. Hala bakir sayılır ve o bakımdan da güzel göründü gözüme. Yayladan mutlu
bir şekilde ayrılıyoruz. Dönerken yolda Ecevit döneminde köykent projesiyle
yapılmış tesis ve okullar görüyoruz. O günden bu yana çivi çakılmamış bir halde
duruyor. İşte bunların arasından geçerken bir anda kanımızı donduran bir manzarayla
karşılaşıyoruz. Tüm keyfimiz kaçıyor. La havle vela kuvvete... Bu kadar ağaç, göl, yayla gören insan sadece
bir iki kişinin para kazanması için yapılan bu yıkıma, katliama “yuh” diyor. Karşı
yamaçta yamacın tam ortasını yararak gelen bir HES boru döşeme çalışması var
(Resim 126).
Resim 126. HES inşatının boruları bazı yerlerde çökmeler de oluşturarak amacına doğru ilerliyor. |
Taşkın’a bu boruların kaç km kadar uzaktan geldiğini soruyorum en
az 7 km diyor. Bölge halkı HES istemiyormuş. Mahkemelik olmasına karşın hala
inşaatı devam etmekteydi. Nasılsa başlanan iş yarım bırakılacak hali yok. Yani diyorum
dostlar bir kerecik de akan su göreyim, yanında HES olmasın. Mümkün mü acaba? Ve
çok ileride yamacı darmadağın ederek ilerleyen bu boru çalışmasının bir tesiste
sonlandığını görüyoruz (Resim 127). Bölge halkı öylesine HESlere karşı
tepkiliymiş ki kimse HES inşaatında çalıştırılamıyormuş. O bakımdan inşaatın
yapabilmesi için şehir dışından işçi getiriliyormuş. Bir yayla gezisinden sonra
bir insanın moralini altüst edip, duygu çakılmasına yol açacak şey doğayı yok
eden HES gibi bir garabetle karşılaşmaktır.
Resim 127. İşte HES. Karşı yamaçta bulunan evler HES ve HES boru manzaralı... |
Keyfalan yaylasından şimdilik bu
kadar. Yayla ve çevresindeki doğal güzellikler çok değerli ve bunların çok iyi
korunması gerekiyor. En iyi başlangıç doğru bilinçlendirme ile başlar,
unutmayalım. Tabi benim bu sözlerim doğayı gerçekten önemseyenlere. Yaz
aylarında bir kez daha buraya gelmeyi ve bizzat yaylada bir gece geçirmeyi planlıyoruz.
O zaman gece açık hava da olursa yıldız fotoğrafçılığı da yapmayı ümit
ediyorum.