Karadeniz’de doğuya doğru gidildikçe sizi Ordu civarında zaten büyülemiş
olan doğa ve yeşillik, Trabzon’dan sonra giderek artıyor. Trabzon’un şehir
bölgesini pas geçiyorum, çünkü Trabzon genel görünüm olarak tam masif bir beton
bloktur. Sahilden geçerken Karşıyaka mezarlığından geçiyormuşsunuz gibi içiniz
kararır. Yeşil alanı %1’e indirilmiş İstanbul ile yarış edemez ama,
karmakarışıktır. Şehir planlamacılık hangi esaslara göre yapılmıştır,
bilemezsiniz. Bu karışık cadde ve sokaklar örümcek ağı gibi örülmüş ışıklı
ışıksız tablelalarla bezenince, tadından yenmez bir şehir manzarası oluşur. Deniz
kenarına yakın AVM vardır ama şöyle güzel bir park yoktur. Bir de Karadeniz
sahil yolu denen garabet var, unutmayalım. Şehiri ve şehir insanını denizden
acımasızca koparan bir yoldur bu. Yahu yolu arkadan dağların içinden geçir ne
var? Olmaaz... Deniz kenarında yaşıyorsun ama sahile ulaşmak bir işkence. Zaten
en geniş yerinde 60-100 m arasında olan kıta sahanlığını yok ettiği için balık
da üreyemez buralarda. Batumdan gelen turist balıklar avlanır. Tabi o da
trollerle nasıl avlanıyor duymuşsunuzdur eminim. Buralarda pek balık kalmadı,
büyüyemeden avlanıyor ve balık buradan hep kaçıyor. Neredeyse hiç üremiyor. Bu
benim gördüğüm içler acınası bir konu ve duyarsızlık hat safhada. Ama bu
açgözlülükle mücadele edilmez.
O bakımdan dönelim konumuza...Böyle olduğu için Trabzon içi değil de mesela
Sürmene’den sonra yeşillik, güzellik başlıyor diyebiliriz (Görüyorsun değil mi
aslında hep güzelden bahsetmek istiyorum). Rize’ye geldiğiniz zaman yeşil
katsayısının burada çok daha fazla olduğunu açıkça görüyorsunuz. Tabi ki bu
durum şüphesiz bölgenin almış olduğu yağış oranıyla ilgili (Resim 1). Tepelerde
gördüğünüz bitki örtüsü de belirgin bir şekilde değişiyor. Ağaçları bir yana,
Ordu’da başınızı nereye çevirirseniz mutlaka fındık ocakları görürsünüz. Bu
neredeyse Ordu’nun en iç kesimlerinde bile böyledir. Rize’de ise fındığın
yerini çay almış sanki (Resim 2). Çay uzaktan bakıldığında yemyeşil bir halı
gibi görünüyor ve bu görüntüsünden dolayı tepelerde çok daha yoğun ve kesintisiz
bir yeşillik yaz, kış hakim. Bir de olayın tarım yönü var tabi ki. Örneğin, siz
Ordu’da çay yetiştirmeyi başarsanız bile kimseye satamazsınız, çünkü
almazlarmış. Şehirler kendi aralarında bazı tarım ürünlerini paylaşmışlar.
Kimse kimsenin ekmeğine karışmayacak yani...
Ayder yaylasına gidebilmek, normal bir yaylaya gitmekten çok farklı.
Trabzon-Ayder yaylası arasındaki mesafe 165 km kadar ve 2.5 saat alıyor.
Trabzon’dan çıkıp Artvin istikametine doğru hareketle ilerleyip Çayeli
ilçesinde sahil yoluna ayrılıyorsunuz. Sonra da Çamlıhemşin
Resim 1. Rize Zilkale’den çevredeki yamaçlara doğru bir
bakış. Buralarda her yer yeşil. Yeterki sen dokunma... |
Resim 2. Rize’de yol kenarına kadar inen ve neredeyse asfaltı yutacak çay bahçesi. |
ilçesine doğru dönerek Fırtına vadisi boyunca tırmanıyorsunuz. Bu tırmanış 20-25 dakika kadar sürüyor. Yaylaya ulaşım yolu risk faktörü sıfır olan genişçe, iki şerit bir asfalt yol. Diğer gitmiş olduğum yayla yollarıyla kıyaslanınca yoldaki asfaltı créme de la créme diye tarif etmek yerinde olur. Mevsimine göre vadi içinde renk cümbüşü görüyorsunuz (Resim 3,4).
Resim 3. Ayder yolundaki asfalt ve yol çevresi (Temmuz 2013). |
Resim 4. Ayder yaylası yolu, sonbaharda sisli ve yağmurlu bir sonbahar gününde. |
Her zaman güzel. Sağ tarafınızdan dereler, sular akıyor (Resim 5). İyi ki
geldim gibi duygular etrafınızı sarıyor.
Resim 5. Ayder’e çıkarken yol boyunca akan bir çok küçük şelale görebilmek mümkün ve bunların hep çok güzeller. |
Fırtına vadisinde ilerlerken yolun düzgün olması harika bir duygu, çünkü
hiçbir stres yaşamadan Ayder yaylasına çıkıyorsunuz. Yolda dilerseniz doğal
değil ama çiftlik alabalığı yiyebileceğiniz tesisler mevcut (Resim 6). Bu
tesisler yolun hemen kenarında akan derenin yanına kurulmuştur. Alabalık
havuzlarındaki su dereden gelen su ile sürekli tazelenir. Bazen bu havuzlara dereden
kırmızı benekli alabalıklar girer. Bunlar daha sonra ayrı havuzlara alınır.
Balık doğaldır ama suni yem ile beslenir ve arzu ettiğinizde önünüze getirilir.
Ayder yolunda, alabalığı tereyağında kiremitte güzel pişirdiklerini
söyleyebilirim. Buralarda tavada balık kızartılırken mısır unu kullanılır ve
yakışır da. Arzu ederseniz bu şekilde de sipariş edebilirsiniz. Üzerine sütlaç
da iyi gider. Sakın balığın üstüne sütlaçla midenizi bozacağınızı düşünmeyin. Büyükşehirliye
tavsiye ederim.
Resim 6. Ayder yolundaki alabalık tesislerinden bir tanesi. |
Milli parktan girince bir anda
Yosemite milli parkı gibi bir doğa harikasına gireceğinizi sanıyorsunuz, büyük
heyecan, nabız artıyor. Veee bir anda karşınıza Ayder’in “Bağdat Caddesi”
diyebileceğimiz bir yol çıkıyor. Bu yol normal bir yaylada göremeyeceğiniz
kadar bakımlı. Mis gibi tertemiz arnavut kaldırımından. Yamaçlarda yayla evleri
görüyorsunuz (Resim 7-10) ve aralarında “dağ evi” görünümünde bir çok butik otel
bulunuyor. Bu bölgede yamaçlar dik olduğu için yoldan yukarıdaki evlere yükü
taşıyabilmek için halk bazı evlerin arasına kimi zaman bir insanın bile
oturabileceği büyüklükte üstü açık sandık şeklinde teleferiğe benzer sistemler
kurmuş ve işliyor. Resim 8’de yolun kenarından evlere doğru uzanan kalın kablo
üzerinde bunlardan bir tanesi hareket ediyor. Şöyle bir baktığınızda size çok
dik gelmeyecek yamaçların çoğunun eğimi en azından 30 derecedir. Böyle olunca
yüksüz bile tırmanmak için alışkın olmak gerek. Buradaki halk için bu tip
kavramlar yok olmuş, çünkü düz yer neredeyse yok. Biraz önceki resimler benim
sonbaharda karın ilk yağdığı bir sisli günde çektiğim fotoğraflar. Bunları da
özellikle görmek gerek diye düşünüyorum, çünkü Karadeniz’in tepelerinden
aşağıya süzülen sis kimi zaman bir güzelin yüzüne örttüğü ipek örtü gibi
zerafet veriyor. Buralara aslında sis yakışıyor dostum, yağmur yakışıyor.
Birazdan Temmuz ayındaki ziyaretimde çektiğim fotoğrafları paylaşacağım. İşte o
zaman bir de güneşli havada görün buraları. Tabi ki çok güzel.
Resim 7 ve 8. Ayder yamaçlarındaki yayla evleri. |
9 ve 10. Yayla evleri ve Ayder yaylasında otellerin olduğu yoldan görülebilen Gelin tülü şelalesi. |
Ancak hiçbiriniz sormadınız, neden Bağdat caddesi dedim? (Resim 11) Buna
kısaca bir açıklama yapmam gerek. Emniyet kemerinizi bağlayın. Yolun kenarında
ve ilerisinde aşağıya dönünce karşılaştığın aşırı sayıdaki otel, atmosferi bir
anda yayla olmaktan çıkarıyor. Çambaşı’ndan Keyfalan’a yol boyunca yazımda belirttiğim gibi burada o yayla havasına
“geçişi” yaşayamıyorsun. Veya sağladıysan bile bu kısıma geldiğinde duygu
çakılması yaşıyorsun. Uçmak istiyorsun, yok dostum, birşey fazla. Fazla olan ne
peki?
Oraya buraya
serpiştirilmiş “bütün eller havaya” tarzı eğlence yerleri yayla kavramına ve etiğine uymuyor. Bu yaylada bütün eller
havaya yok aslında. Horon var horon! Hem de istersen doyasıya, tabanların
şişene kadar. Karadenizliler burada yayla yollarını tırmanırken iki adım
atarlar, durup horon teperler (Resim 12). Bu söylediğim sadece Rize değil,
Trabzonda da böyledir. Demek istediğim şey, burayı kendine uydurmayacaksın, sen
buraya uyacaksın, eğer burayı tatmak istiyorsan. Uyman gerek. Seni buraya
çekmek isteyen yatırımcı da “bütün eller havaya” ile değil, temiz hava, çoktan
unuttuğun dinginlik, bozulmamış doğa, ve şehirde bulamayacağı kadar doğal
gıdalarla çekecek. Hani Platon demiş ya Ey insan! sen bir zamanlar Tanri idin,
ama unuttun. İşte buradaki ambiyans bunu hissettirecek dinginlikte olmalı. Yediklerin
oradan ayrılmanı zorlaştıracak kadar doğal ve yöresel olmalı. Menüde hamburger,
kebap, hazır inegöl köfte, kola, dürüm döner gibi orasıyla alakası olmayan
yiyecekler olmamalı. Herşey yöresel olmalı yahu, Ayder’e gelmişsin. Yediklerini
sindirmen için de sana horon teptirecek bir kaç dost ve bir tulumcu olmalı. Doğrusu
budur. Yazmasaydın yahu şu yaylayı daha iyi olacaktı diyenleriniz olacak ama
öyle demeyin iyice okuyun ve hissedin.
Resim 12. İşte tulumla bazen de kemençeyle horon tepen gençler. Burası Trabzon’daki Sümela manastırının alt bölümü. Yerde kar var ama kanda da fıkır fıkır hamsi dolaşıyor. |
Tabi bir de Çamlıhemşin’den Ayder’e esnafın giderek artan “etkisi” yayla
havasını bozmaya eşlik ediyor... Karadeniz esnafında, özellikle sahil kesiminde
-hiç kimse alınmasın- az çalışıp, çok kazanmak gibi bir amaç var. İnanın anlamak mümkün değil ama gireceğiniz tüm tesislerde yiyeceğiniz tüm ballar,
tereyağları, veya kırmızı benekli alabalıklar sanki %100 doğal. Yazık diyorum.
Kendileri kaybediyor...
Ayder yaylası’nın kendisi her ne
kadar bana bu sebeplerden dolayı gerçek yayla keyfi vermese ve vermeyecek olsa
da görmek isteyen tanıdıklarımızı götürmüş olduğum için bugüne kadar dört defa
gittiğim bir yayladır. Şimdi diyebilirsiniz ki neden bu kadar tepkili yazdın?
Tek sebebi yayla konseptinin başkalaştırılarak “aşırı ticarileştirilmesi” ve
yaylada giderek artan kontrolsüz betonlaşmadır derim. Bu betonlaşma şekli
yaylanın karizmasını kesinlikle bozuyor ve bu gidişle de sonunu getirecek şey
olacak. Tabi bir de HESler.
Sanıyorum bu koşullar gözönünde bulundurulursa aslında Ayder yaylasının bu
kadar bilinmesine yol açan kendisinden ziyade çevresindeki yaylalar olsa gerek.
Örneğin Pokut, Hazindağ, Zilkale ve Çad sadece 30-40 hadi de 50 dakikalık mesafelerde
bulunuyor. Yani burada bir yaylalar kompleksi var. Şöyle bir saat sarsılarak
araba veya dolmuşta gitmeyi göze alırsanız, sadece 10 km ötede Kavrun yaylası var
ve biraz ötesinde Kaçkarlar başlıyor. Bu satırları okuyup da bana kızanlar
olacaktır. En iyisi mi burada bir ara vereyim, size bir anımı kısaca anlatayım da
düşüncelerimin oralı bir kişiyle ne kadar örtüştüğünü görün... Ordu
Üniversitesi’nde çalışıyorum. Sanıyorum 2013 senesi bahar aylarının başında
olsa gerek, yaşlıca bir hanımın tedavisini yapıyorum ve her randevusunda ona
eşlik eden bir beyefendi var. Doğu Karadeniz aksanlı konuşuyor. Biliyorum
Ordu’dan değil ama, herhalde en fazla Giresun’dan gelmiştir diyorum. O zamanlar
ben Ağustos ayında Kaçkarlara çıkmayı planlıyordum (sonradan hava muhalefeti
nedeniyle çıkamadık). Hasta ile randevum bittiği sırada yanıma gelen Bora Aşar,
benim haberim yok ama beyefendiyi tanırmış. Kaçkar muhabbeti açılınca beyefendi
bir anda konuyla ilgilenip bana kendi aksanıyla “hocam yaylaya mi çikacaksun?”
diye sordu. Ben de Ayder ve çevresini gezeceğiz dedim. O da yayla dediğin
oralarda Kavrun’dan başlar ve Kaçkarlara doğru gider şeklinde bir açıklama
yaptı. Ama öyle bir dedi ki Allah kelamı söyler gibiydi. Ayder için de benim
şimdi yazdıklarıma benzer şeyler söyledi. Meğerse adam Kavrun’da yaşayan bir
fırıncıymış. İsmi Sıtkı Kanber. 2014 Haziran’da Kavrun yaylası’na gittiğimizde
bizi misafir edecek. O zaman daha detaylı anlatırım. Yeri gelsin, değil mi? Yani
sadece ben değil oranın insanı da Ayder’deki bu sentetik yapıdan rahatsız.
Kapitalizmin erişmediği yerlerde gerçekten henüz yozlaşma yok. İyi ki de yok.
Aydere giden 10 kişiden 1’i diğer yaylalara gidiyordur. Kavrun’a giden düzgün
yol yok zaten. Pokut yaylasına gidelim deseniz, kalacak tesis yok gibi. Onu bırakın,
su sıkıntısı var... Çok şükür ki böyle.
Ayder yaylasına tesadüf bu ki hem sisli-yağmurlu havada, hem güneşli, hem
de kar yağarken gittim. Ama kar tam yağmış ve tutmuş halini görmedim, çünkü
sezonun ilk kar yağışıyla karşılaşmıştım. Onun için burada hangi seyahatimi
yazacağımı inanın bilemiyorum ama içiniz ısınsın buralara diye güneşli 2013 Temmuz
ayındaki ziyaretimizin fotoğraflarına ağırlık vereyim. Güneşli diyorum ama bir
grup olarak gittiğimiz o seyahatimizde konakladığımız butik otelin sahibesi biz
gelmeden önce son 21 gündür havanın tamamiyle kapalı ve sisli olduğunu söyledi.
Kadıncağız oralı olup bunalmış, gün saymıştı. Ben ise gece yıldız fotoğrafı
çekmeyi istiyordum. Ütopik değil mi? Neyse ki yapabildim. Hem de apaçık bir
havada... Bu yazıyı sadece Ayder’e ayırmak istiyorum, çevresindeki yaylalara
değil. Çünkü Haziran 2014’de Kaçkarlar gezimizde yeniden oradan geçeceğiz ve
ben tekrar size Ayder’den ve genişçe de çevresinden bahsedeceğim. Tabi bir mani
olmaz da gidebilirsek...
Temmuz 2013‘deki
gezimizde 7 kişilik bir grup olarak, iki araba Ayder’e gittik. Amacımız bir
gece konaklamaktı. Ben yamaçta bulunan butik otellerden biri olan Liligum’da
yer ayırttım. Liligum Hemşinliler tarafından kullanılan bir terimmiş ve sarmaşık
filizi, tohumu anlamında olup zaman içinde anlam kayması yaşamış ve şimdilerde bir
kişinin sevgilisini severken söyleyebileceği anlamda “boncuğum” anlamını
taşıyor. Bu otellerde yer ayırtmak için odanın ücretini peşin vermeniz
gerekiyor aklınızda bulunsun. Otel dağ evi tarzında yapılmış, yanlış
hatırlamıyorsam betonarme ama iç mekanı ahşap olan bir butik otel (Resim 13).
Resim 13. Bizim grup hemen solda bulunan otele check-in yapmaya giderken. |
Otelin alt katında vadiyi gören bir açık mutfak ve yemek yiyeceğiniz bir alan
bulunuyor. Ben burada daha önce de geldiğimde aşağıdaki daha büyük, belki de en
büyük dereye sıfır olan otelinde kalmıştım. Şimdi ismini hatırlayamıyorum. Hepsinin
aşağı-yukarı konseptleri ve konfor düzeyleri benzerdir. Biz Ayder’e vardığımız
sırada saat 17:00 civarındaydı ve hava serindi. Çünkü dediğim gibi günlerdir
hava kapalıymış burada. Otelin sahibesi içeride biz geleceğiz diye girişte soba
yakmıştı. Akşam yemeği için alabalık yemeğe gittik (Resim 14).
Bu arada aşağılardaki
otellere kadar inip orada gürül gürül akan dereyi gördük (Resim 15).
Tam HES
yapılmalıktı. Döndüğümüzde hava tamamen açıktı ve ben vadi manzaralı bir gece
fotoğrafı çekmek istedim. Burası gece de çok güzel görünüyordu (Resim 16).
Resim 16. Otelin hemen yanından 18 dakikalık bir sürede çektiğim fotoğraf. Gökte gördüğünüz yıldız hareketleridir. |
Temmuz ayında
olmamıza karşın dışarıda mont ile duruyordum ve soğuğu hissediyordum. Bizim
grubu çok bekletmemek için içeri girdim. Çay demlenmişti. Soba çevresinde otel
sahipleriyle biraz oturup sohbet ettik, sonra da çok geç olmadan uyuduk. Sabah
erken kalktım. Güneş doğalı çok olmamıştı. Fotoğraf makinamı alıp dışarı
fırladım (Resim 17).
Resim 17. Otelin hemen çıkışından yayla manzarası. |
Kahvaltıya kadar birkaç yayla fotoğrafı çekeyim dedim. Her
taraf kır çiçekleriyle doluydu. Hava parçalı bulutluydu ama dünden biraz çok
daha sıcaktı. Gece sabaha karşı sanki kırağı yağmıştı, çünkü bütün çim ve
çiçekler ıslaktı. Ben olabildiğince kadraja güzel görüntüler almaya çalışırken,
evlerin arasındaki patikalardan orada
yaşayanların yürüyüşünü gördüm. Sadece patikaların varlığı onların
beklentilerini karşılıyordu. Ayrıca yol diyebileceğimiz bir yapı inşa
edilmemişti.
Biraz dışarıda
durunca hemen hava açtı. Güneşin sıcaklığı iyice hissediliyordu ve üzerimdeki
montu çıkartma ihtiyacı hissetmeye başlamıştım. Saat 6:30-7:00 civarındaydı. Evlerin
arasında dolaşıp bol bol fotoğraf çekmeye çalıştım (Resim 18-21). Bu evler
arasında altı taş üstü ahşap olan binalar vardı ama tamamen ahşap olan iki
katlı evler de mevcuttu. Gerçekten çok şirin bir manzara hakimdi yamaçta
(yamacın alt kısmı başka). Bu arada sabah kalvaltısı hazırlanmıştı.
Resim 18-21. Ayder yaylasındaki yayla evlerinden manzaralar. |
Telefonla arandım.
Gel artık dediler. Otelin sahibesi mükemmel bir kahvaltı hazırlamıştı. Yaptığı
mıhlama az mısır unu çok peynir içeren süper bir mıhlamaydı. Ayrıca kendisinin
yaptığı reçeller de harikaydı. Gerçekten bize çok güzel bir kahvaltı
hazırlamıştı. Biz otelden ayrılıp Zilkale ve çevresine gitmeyi planladığımız
için ben hanımefendiden biraz bilgi aldım. Bu arada bizimkiler de mıhlamayı
piranha gibi yiyip bitirdiler! Kahvaltı’dan sonra otelden ayrılarak yola
koyulduk ve Zilkale’ye gittik. Şimdilik bu yazıyı burada kesiyorum, çünkü
devamını oldukça geniş bir şekilde anlatacağım.