Ankara’nın 100 km kuzey batısında
bulunan Beypazarı, şirin evleri, Beypazarı kurusu ve 80 katlı ev baklavalarıyla
meşhur ilçe. Ankara’dan ulaşım için İstanbul yoluna çıkıldıktan sonra Ayaş yolunu takip etmek gerekiyor (Şekil 1).
|
Şekil 1. Beypazarı ilçesi. |
Belediye’nin hemen yanındaki bir
caddeden o meşhur evlere ve müzelerin olduğu turistik alana ulaşılabiliyor.
İlçe içinde biraz park sorunu var ama belediyenin karşısında açık otoparkta
sıklıkla yer bulmak mümkün oluyor. Turistik alanda ilk önce arnavut kaldırımından
sokakların temizliği dikkatimi çekti. Özellikle hafta sonu insanlarla dolup
taşan eni 5 metreyi geçmeyen buranın “İstiklal caddesi”nin temizliği takdir
edilecek düzeyde (Şekil 2). Buna ilave olarak esnaf ziyaretçi iletişimi olarak
benden tam not aldı. Artık tüm esnaf güleryüzün ve ilginin önemini anlamış.
Cumalıkızık gibi değil. Ziyaretçiye yapılan ilgi hem zarif hem de ölçülüydü.
Yani bazen mağazaya girdiğinizde satış görevlisinin sizinle ilgilenmesini
istemezsiniz ya, işte öyle hiç olmuyordu. Yol
|
Şekil 2. Beypazarı’ndan bir hafta sonu görüntüsü. |
|
Şekil 3. İkram konusunda israr var! Sarmalar henüz
tencereden çıkmış gibi lezzetli. |
boyunca yapılan
ikramlardan, hele o ılık gelen sarma ikramından zaten birşey yiyecek yer
kalmıyor desem sadece biraz abartmış olurum (Şekil 3). İşte o cadde boyunca
dükkanlarda ve tezgahlarda aklınızın alabildiği her tip turistik eşya yanında
yöreye ait meşhur havucun suyunu satan teyzeden, baharatçılara, yöreye ait çeşitli
meyve kuruları, tuzlu suya basılmış üzüm yaprakları, izdihamdan infilak etmek
üzere olan Beypazarı kurusu satan fırınlar ve baklavacılar aralarda görülüyor (Şekil
4). Ben biraz erken saatte gittiğim için sokak ve caddeleri sakin haliyle
görebilme şansım oldu. Yoksa iki saat sonra fotoğraf çekmem daha zor olurdu.
|
Şekil 4. Beypazarı kurusu yapılan bir fırın. |
Yürürken acaba nerede bir öğlen
yemeği yiyebiliriz diye şimdiden düşünüyorum. Biraz ileride meşhur bir güveçci
varmış, Tarihi Güveç Fırını. Vedat Milor gitmiş, bayrak gibi reklamını
yapıyorlar. Tamam diyorum öğlen yemeği burada... Cadde boyunca ilerlerken gözüm
gidilebilecek müze arıyor. Sultan Alaattin Cami’nin yakınında “Hamam müzesi” ve
hemen yakınında da “Yaşayan Müze” olduğunu öğreniyorum (Şekil 5). Aslında
Beypazarı’nda daha fazla müze var ve bununla birlikte bölgeye ait kültürel
faaliyetlerin öğretildiği Halk eğitim evi bile mevcut. Bu arada yol boyunca
ikram konusunda ısrar devam ediyor. Ben ise öğlen yemeği için olabildiğince
kaçıyorum. Önce “Yaşayan Müze”ye gitmeye karar
|
Şekil 5. Sultan Alaaddin Cami önündeki Çınar ağacı 3 defa
yıldırım düşmesi tecrübe etmiş. |
|
Şekil 6. Yaşayan Müze’ye giderken. |
veriyoruz (Şekil
6). Adı içindeki tezatlıktan dolayı ilgi çekici. Yol boyunca kimi tadilatını
çoktan tamamlamış Beypazarı evlerini gördükçe şehir planlamacılığının ve
peyzajın önemi bir daha öne çıkıyor. Mimarideki uyum kesinlikle göz okşuyor.
Kendime diyorum ki ha bu Karadeniz uşakları da neden hep altı boya, üstü sıva,
daha da üstü tuğladan kimi alçak kimi yüksek acayip evler yaparlar da o güzelim
yeşilliğin içinde kepaze bir görüntü kirliliğine yol açarlar. Şurası kesin ki
Beypazarı kurusu, baklavası ile değil, mimarisi ile bu kadar insanı çekti,
çekiyor. Eski binaları yıkıp yerine beton mezar gibi binalar yapılacağına
Avrupa’da olduğu gibi kültürel dokunun mimaride de korunabildiğini görmek acaba
kaç yerde mümkün olabilecek bilmiyorum. Bugün Brugge gibi küçük bir kasaba
Avrupa’da kültür adına birşey ifade etmişse korunmuş mimari yapısı şüphesiz çok
etkin olmuştur. Tabi bu sözlerim zarifler için...
Yaşayan müze tipik bir Beypazarı
evinin müze haline dönüştürülmüş hali. Ben özellikle bu konuyu burada biraz
uzun tutmak istiyorum, çünkü burayı meşhur eden evleri... Müzeye girmeden önce
orta Anadolu ve “orta” Karadenizde görülen mimarinin bazı ortak özelliklerini vurgulamak
isterim. Kalkolitik çağdan beri öncelikle ağaç, sonra da ağaç ve taş kombinasyonlarının
yapı malzemesi olarak tercih edilmesi (bkz. Tuna C. Orta Karadeniz Sahil
Kesiminde Geleneksel Mimari.) boşuna değil. Şu anda Beypazarı’nda tadilatı
tamamlanmış birçok evin -her ne kadar dışarıdan belli olmasa da- yığma taş, sıklıkla
2 kat binalar olduğu görülüyor. Tabi zaman içinde bu evlerin dışına sıva ve
boya uygulayanlar olmuş. Ahşap, özellikle taş evlerde vazgeçilmez bir yapı
malzemesi, çünkü dışında kullanılmasa bile ısı iletimi düşük ve hafif olduğu
için iç mekanlarda tavan ve merdivenlerde sıklıkla kullanılmış...
Yaşayan müzeye girerken bizi bir sürpriz karşılıyor. Geleneksel kıyafetler
içinde genç bir bayan bize hemen açıklamalar yapmaya başlıyor. Müzelerde pek
alışkın olmadığımız bir uygulama bu. Sonradan öğreniyorum ki müzenin içinde bu şekilde her katta çalışan ve
Gazi Üniversitesi’nde okuyan ve staj için orada bulunan genç kızlarımız var (Şekil
7). Giriş kapısının üst eşiği üzerinde geyik boynuzu dikkatimi çekiyor
ve sebebini soruyorum genç rehberimize. Nazardan korumak için diyor. Belki o
bir anlam olabilir ama gerçek sebep değil. Anadolu’da kimi yerde uygulanan bu
eski Türk geleneği hanenin içindeki kişinin güvenirliğinin ve bazen de sosyal
statüsünün bir göstergesi. Geyik allegorik olarak “eren” anlamına gelen bir
sembol ve genellikle de sadece iki boynuzu başsız olarak birer yöne bakacak
şekilde yerleştirilir.
|
Şekil 7. Yaşayan Müze’nin girişi. |
|
Şekil 8. Rehber ebru sanatı hakkinda ziyaretçilere bilgi
verirken.
|
|
Şekil 9. Çiçek desenli bir kalıp. |
|
Şekil 10. Yaşayan müzenin önünde iki rehber
konuşurken. Baskı sanatının anlatıldığı alt kattan bir görüntü. | |
Evin içi çok iyi restore edilmiş.
Tavan yükseklikleri 3.5 metreden fazla. Giriş katında geleneksel ebru sanatımız
ve yöreye ait kumaşa baskı hakkında bilgiler sunan rehberler var (Şekil 8).
Arzu ederseniz küçük bir bedel karşılığında siz de bir ebru çalışması yapabilme
imkanına sahip oluyorsunuz. Aynı olanak kumaşa baskı için de mevcut. Kumaşa baskıda kök boyalar ve ıhlamur ağacından el ile oyularak elde
edilmiş kalıplar kullanılıyor (Şekil 9). Neden Ihlamur? Çünkü ağaç yumuşak ve işlendiği
zaman ağacın içindekihalkalar çok silik
olduğu için baskıda belli olmuyormuş. Rehberin bize verdiği baskı şekillerinin
bazılarından (lale, gül, karanfil) yöresel baskı kültüründe dini motiflerin
vaktiyle bir yer edinmiş olduğunu görüyoruz. Bu arada bulunduğumuz ambiyans çok
sakin, ferah ve etrafımız tamamen o geleneksel Beypazarı evi frekansıyla
dopdolu (Şekil 10). Evin alt katı taş zemin. Koridor genişliği bir atın
rahat hareket edebileceği genişlikte. Bir de taş duvar olmasından kaynaklanan
pencere derinliği estetik açıdan gerçekten muhteşem. Katları ayırmak için ahşap
kullanılmış ve üst katlarda ahşap tavan işlemeleri de var. Evin alt katında
mutfak bulunuyor ve havalandırma için gerekli pencere tasarımı ve yüksekliği
tipik bir Anadolu mimarisinde olduğu
gibi. Ben bu yöntemin en azından 15. yy’dan bu yana etkin havalandırma için
kullanıldığını biliyorum. Mutfakta pekmez kaynatmak için kullanılan bir kazanı
yerleştirmişler ocak bölümüne. Diğer taraflarda ise başka mutfak malzemeleri
sergilenmiş (Şekil 11). Bakır ve toprak kaplarda yemek yapımı halen yörede
revaçta. Geleneksellik olabildiğinde bu turistik kesimde korunmaya çalışılmış. Üst
katta sofa, selamlık, yatak odası ve büyük (kıdemli) gelin odası bulunuyor.
Ayrıca kışlık olarak kullanılan bir oda da var. Sofa’dan odalara geçişte yüksek
ahşap eşik geleneği burada da görülüyor. Eşik bizde önemli malum... Ayrıca
tavan işlemeleri bazı odalarda görülüyor. Alan her koşulda olabildiğince etkin
kullanılmış. Ev çok ferah. Bu ev buram buram nostalji kokuyor (Şekil 12-14).
Bir başka rehber sofada yerde duran bir ağaca dikkatimizi çekiyor ve oradan bir
nesne alıyor. Bir ceviz kabuğu bu. İkiye ayrıldıktan sonra dilek yazılıp,
sanıyorum 2 sene kadar asılıyormuş. Bu arada bizi büyük gelin odasına alan
rehber bize masal okumak istiyor. Şaşırıyoruz. Yanımızda çocuk da yok, başka
zaman diyoruz. O zaman size bilmece bir sorayım diyor. Yöreye has bilmecelerden
soruyor... Sonra da büyük gelin odasını tanıtıyor.
|
Resim 11. Mutfağın görünümü. Pencerelerin yukarıda
yerleşimine dikkatinizi çekerim.
|
|
Şekil 12. Sofa. Rehberin hemen yanında duran sırr-ı ceviz
ağacı. |
|
Şekil 13. Büyük gelin odasından görüntü. |
|
Şekil 14. Yatak odasından görüntü. |
Sofanın karşısındaki bir alanda Osmanlı’nın meşhur strateji oyunu
mangala’nın bir örneğini görüyoruz. Damaya benzeyen ama kuralları farklı olan
bir oyun. Kışlık odası ise soguk kış günleri düşünülerek yapılmış nispeten
küçük bir oda. Müzede bu odayı gölge oyunu oynatmak için kullanıyorlar şu
sıralar. Dileyen ziyaretçiler kostüm giyip fotoğraf çektirebiliyorlar.
Ziyaretçiler tarafından oldukça ilgi çektiğini de söyleyebilirim. Zaten burada
çalışan ve rehberlik yapan genç arkadaşlar burada kimseyi başıboş
bırakmıyorlar. İlgi ve sıcaklık düzeyi gerçekten takdir edilecek seviyede. En üst kat ise sıcak günler için tasarlanmış. Evin hem önünde hem de
arkasında pencereler yapılmış. Yazın bazen açık kalan pencerelerden kuşlar da
girdiği için buraya “kuşkona” denirmiş. Oda bölmesi olmayan tek çatı kat
halinde bulunuyor. Burada ise geleneksel örtülerin dokuma tezgahlarında nasıl
yapıldığı ziyaretçilere açıklanıyor (Şekil 15).
|
Şekil 15. Üst katta el dokuma tezgahı başındaki
Beypazarlı hanım. |
Gelelim Hamam Müzesine... Rüstem Paşa yaptırmış. Hani şu Hürrem Sultan’ın
Rüstem Paşası. Çok büyük olmayan bir hamamın müze haline dönüştürülmüş hali.
Görevli bize Türkiye’deki tek hamam müzesi olduğunu söyledi (Şekil 16 ve 17).
İçinde hamama ait bölümler ile, bazı kıyafetlerin sergilendiği alanlar
bulunuyor. Yukarıda dikkatimi çeken şalvarlar var. Beypazarında bunlara don
deniyor. Don, mon ama 4 metre kumaş gidiyor.
|
Şekil 16. Hamamın asma katından giriş bölümüne bakış. |
|
Şekil 17. Sergilenen geleneksel hamam kıyafetlere örnek.
Sol taraftan uzanan ise oldukça büyük bir donun yarısı. |
Bir de Haşlama var. Bu ise
genellikle Şam topu veya Hacı topu denen kumaştan imal edilirmiş. Bazen de
ipekli kumaşın üstüne salta işi ile işlenen içlik ve don olarak geçiyor.
Açıkçası hamam beni çok etkilemedi ama ülkemizdeki tek örneği olması bakımından
da bir yeri var diye düşünüyorum.
Hamamdan çıktığımızda öğlen saati
gelmiş ve sokaklarda izdiham var. İyi ki biraz erken gelmişiz diyorum çünkü
yürümek bazen zor olabiliyor. Cadde boyunca ilerledikten sonra kasabadan
ayrılmadan önce öğlen yemeği için tarihi göveç fırınına gidiyoruz. Belli ki
fırın köken olarak mahallenin taş fırını olarak hizmet vermiş ve veriyor. Yani
evde hanımların hazırladığı güveçler sabahtan yakılan taş fırının içine konarak
akşama kadar burada pişiyormuş. Zaten fırına gittiğimde fırının içinin neredeyse
tamamen güveçlerle dolu olduğunu gördüm. Muhtemelen bazıları oradaki mahalle
sakinlerine ait güveçlerdi. Ustaya nasıl yaptıklarını sordum. Dana eti
kullandıklarını ve öncelikle geceden sabaha kadar ortalama 9 saat kadar eti
pişirdiklerini ve sonradan pilavlı, sebzeli göveç yapmak için 1 saat kadar daha
ilavelerle pişirdiklerini anlattı (Şekil 18 ve 19). Pişme kalitesi olarak
mükemmel ama lezzet ve yağ oranı açısından çok başarılı bulamadım doğrusu.
Acaba ben de Vedat Milor gibi yağlı kuzu etleri mi seviyorum diye düşünüp, bunu
kuzu etinden de yapıyor musunuz diye sordum. Akşamdan sipariş verirseniz
yaparız dediler. Artık bir başka sefer dedik...
|
Şekil 18. Tarihi Güveç fırınındaki fırının içi. Usta
fırın başında harıl harıl çalışıyor ve öğlen gelecek müşterilere hazırlıklara
devam ediyor. Fırının içi tıka basa güveç ile dolu. Fırın ağzının hemen sağında
gördüğünüz aluminyum kapak fırının içini aydınlatmak için girişe yerleştirilmiş
bir lamba. |
|
Şekil 19. Sebzeli güveç. |