27 Şubat 2015 Cuma

Ankara/Beypazarı


       Ankara’nın 100 km kuzey batısında bulunan Beypazarı, şirin evleri, Beypazarı kurusu ve 80 katlı ev baklavalarıyla meşhur ilçe. Ankara’dan ulaşım için İstanbul yoluna çıkıldıktan sonra Ayaş yolunu takip etmek gerekiyor (Şekil 1).
Şekil 1. Beypazarı ilçesi.
       Belediye’nin hemen yanındaki bir caddeden o meşhur evlere ve müzelerin olduğu turistik alana ulaşılabiliyor. İlçe içinde biraz park sorunu var ama belediyenin karşısında açık otoparkta sıklıkla yer bulmak mümkün oluyor. Turistik alanda ilk önce arnavut kaldırımından sokakların temizliği dikkatimi çekti. Özellikle hafta sonu insanlarla dolup taşan eni 5 metreyi geçmeyen buranın “İstiklal caddesi”nin temizliği takdir edilecek düzeyde (Şekil 2). Buna ilave olarak esnaf ziyaretçi iletişimi olarak benden tam not aldı. Artık tüm esnaf güleryüzün ve ilginin önemini anlamış. Cumalıkızık gibi değil. Ziyaretçiye yapılan ilgi hem zarif hem de ölçülüydü. Yani bazen mağazaya girdiğinizde satış görevlisinin sizinle ilgilenmesini istemezsiniz ya, işte öyle hiç olmuyordu. Yol
Şekil 2. Beypazarı’ndan bir hafta sonu görüntüsü.
Şekil 3. İkram konusunda israr var! Sarmalar henüz tencereden çıkmış gibi lezzetli.
boyunca yapılan ikramlardan, hele o ılık gelen sarma ikramından zaten birşey yiyecek yer kalmıyor desem sadece biraz abartmış olurum (Şekil 3). İşte o cadde boyunca dükkanlarda ve tezgahlarda aklınızın alabildiği her tip turistik eşya yanında yöreye ait meşhur havucun suyunu satan teyzeden, baharatçılara, yöreye ait çeşitli meyve kuruları, tuzlu suya basılmış üzüm yaprakları, izdihamdan infilak etmek üzere olan Beypazarı kurusu satan fırınlar ve baklavacılar aralarda görülüyor (Şekil 4). Ben biraz erken saatte gittiğim için sokak ve caddeleri sakin haliyle görebilme şansım oldu. Yoksa iki saat sonra fotoğraf çekmem daha zor olurdu.
Şekil 4. Beypazarı kurusu yapılan bir fırın.
  Yürürken acaba nerede bir öğlen yemeği yiyebiliriz diye şimdiden düşünüyorum. Biraz ileride meşhur bir güveçci varmış, Tarihi Güveç Fırını. Vedat Milor gitmiş, bayrak gibi reklamını yapıyorlar. Tamam diyorum öğlen yemeği burada... Cadde boyunca ilerlerken gözüm gidilebilecek müze arıyor. Sultan Alaattin Cami’nin yakınında “Hamam müzesi” ve hemen yakınında da “Yaşayan Müze” olduğunu öğreniyorum (Şekil 5). Aslında Beypazarı’nda daha fazla müze var ve bununla birlikte bölgeye ait kültürel faaliyetlerin öğretildiği Halk eğitim evi bile mevcut. Bu arada yol boyunca ikram konusunda ısrar devam ediyor. Ben ise öğlen yemeği için olabildiğince kaçıyorum. Önce “Yaşayan Müze”ye gitmeye karar
Şekil 5. Sultan Alaaddin Cami önündeki Çınar ağacı 3 defa yıldırım düşmesi tecrübe etmiş.
Şekil 6. Yaşayan Müze’ye giderken.
veriyoruz (Şekil 6). Adı içindeki tezatlıktan dolayı ilgi çekici. Yol boyunca kimi tadilatını çoktan tamamlamış Beypazarı evlerini gördükçe şehir planlamacılığının ve peyzajın önemi bir daha öne çıkıyor. Mimarideki uyum kesinlikle göz okşuyor. Kendime diyorum ki ha bu Karadeniz uşakları da neden hep altı boya, üstü sıva, daha da üstü tuğladan kimi alçak kimi yüksek acayip evler yaparlar da o güzelim yeşilliğin içinde kepaze bir görüntü kirliliğine yol açarlar. Şurası kesin ki Beypazarı kurusu, baklavası ile değil, mimarisi ile bu kadar insanı çekti, çekiyor. Eski binaları yıkıp yerine beton mezar gibi binalar yapılacağına Avrupa’da olduğu gibi kültürel dokunun mimaride de korunabildiğini görmek acaba kaç yerde mümkün olabilecek bilmiyorum. Bugün Brugge gibi küçük bir kasaba Avrupa’da kültür adına birşey ifade etmişse korunmuş mimari yapısı şüphesiz çok etkin olmuştur. Tabi bu sözlerim zarifler için...
   Yaşayan müze tipik bir Beypazarı evinin müze haline dönüştürülmüş hali. Ben özellikle bu konuyu burada biraz uzun tutmak istiyorum, çünkü burayı meşhur eden evleri... Müzeye girmeden önce orta Anadolu ve “orta” Karadenizde görülen mimarinin bazı ortak özelliklerini vurgulamak isterim. Kalkolitik çağdan beri öncelikle ağaç, sonra da ağaç ve taş kombinasyonlarının yapı malzemesi olarak tercih edilmesi (bkz. Tuna C. Orta Karadeniz Sahil Kesiminde Geleneksel Mimari.) boşuna değil. Şu anda Beypazarı’nda tadilatı tamamlanmış birçok evin -her ne kadar dışarıdan belli olmasa da- yığma taş, sıklıkla 2 kat binalar olduğu görülüyor. Tabi zaman içinde bu evlerin dışına sıva ve boya uygulayanlar olmuş. Ahşap, özellikle taş evlerde vazgeçilmez bir yapı malzemesi, çünkü dışında kullanılmasa bile ısı iletimi düşük ve hafif olduğu için iç mekanlarda tavan ve merdivenlerde sıklıkla kullanılmış...
  Yaşayan müzeye girerken bizi bir sürpriz karşılıyor. Geleneksel kıyafetler içinde genç bir bayan bize hemen açıklamalar yapmaya başlıyor. Müzelerde pek alışkın olmadığımız bir uygulama bu. Sonradan öğreniyorum ki  müzenin içinde bu şekilde her katta çalışan ve Gazi Üniversitesi’nde okuyan ve staj için orada bulunan genç kızlarımız var (Şekil 7). Giriş kapısının üst eşiği üzerinde geyik boynuzu dikkatimi çekiyor ve sebebini soruyorum genç rehberimize. Nazardan korumak için diyor. Belki o bir anlam olabilir ama gerçek sebep değil. Anadolu’da kimi yerde uygulanan bu eski Türk geleneği hanenin içindeki kişinin güvenirliğinin ve bazen de sosyal statüsünün bir göstergesi. Geyik allegorik olarak “eren” anlamına gelen bir sembol ve genellikle de sadece iki boynuzu başsız olarak birer yöne bakacak şekilde yerleştirilir.
 
Şekil 7. Yaşayan Müze’nin girişi.
Şekil 8. Rehber ebru sanatı hakkinda ziyaretçilere bilgi verirken. 
Şekil 9. Çiçek desenli bir kalıp.


Şekil 10. Yaşayan müzenin önünde iki rehber konuşurken. Baskı sanatının anlatıldığı alt kattan bir görüntü. 
Evin içi çok iyi restore edilmiş. Tavan yükseklikleri 3.5 metreden fazla. Giriş katında geleneksel ebru sanatımız ve yöreye ait kumaşa baskı hakkında bilgiler sunan rehberler var (Şekil 8). Arzu ederseniz küçük bir bedel karşılığında siz de bir ebru çalışması yapabilme imkanına sahip oluyorsunuz. Aynı olanak kumaşa baskı için de mevcut. Kumaşa baskıda kök boyalar ve ıhlamur ağacından el ile oyularak elde edilmiş kalıplar kullanılıyor (Şekil 9). Neden Ihlamur? Çünkü ağaç yumuşak ve işlendiği zaman ağacın içindekihalkalar çok silik olduğu için baskıda belli olmuyormuş. Rehberin bize verdiği baskı şekillerinin bazılarından (lale, gül, karanfil) yöresel baskı kültüründe dini motiflerin vaktiyle bir yer edinmiş olduğunu görüyoruz. Bu arada bulunduğumuz ambiyans çok sakin, ferah ve etrafımız tamamen o geleneksel Beypazarı evi frekansıyla dopdolu (Şekil 10). Evin alt katı taş zemin. Koridor genişliği bir atın rahat hareket edebileceği genişlikte. Bir de taş duvar olmasından kaynaklanan pencere derinliği estetik açıdan gerçekten muhteşem. Katları ayırmak için ahşap kullanılmış ve üst katlarda ahşap tavan işlemeleri de var. Evin alt katında mutfak bulunuyor ve havalandırma için gerekli pencere tasarımı ve yüksekliği tipik bir Anadolu mimarisinde olduğu gibi. Ben bu yöntemin en azından 15. yy’dan bu yana etkin havalandırma için kullanıldığını biliyorum. Mutfakta pekmez kaynatmak için kullanılan bir kazanı yerleştirmişler ocak bölümüne. Diğer taraflarda ise başka mutfak malzemeleri sergilenmiş (Şekil 11). Bakır ve toprak kaplarda yemek yapımı halen yörede revaçta. Geleneksellik olabildiğinde bu turistik kesimde korunmaya çalışılmış. Üst katta sofa, selamlık, yatak odası ve büyük (kıdemli) gelin odası bulunuyor. Ayrıca kışlık olarak kullanılan bir oda da var. Sofa’dan odalara geçişte yüksek ahşap eşik geleneği burada da görülüyor. Eşik bizde önemli malum... Ayrıca tavan işlemeleri bazı odalarda görülüyor. Alan her koşulda olabildiğince etkin kullanılmış. Ev çok ferah. Bu ev buram buram nostalji kokuyor (Şekil 12-14). Bir başka rehber sofada yerde duran bir ağaca dikkatimizi çekiyor ve oradan bir nesne alıyor. Bir ceviz kabuğu bu. İkiye ayrıldıktan sonra dilek yazılıp, sanıyorum 2 sene kadar asılıyormuş. Bu arada bizi büyük gelin odasına alan rehber bize masal okumak istiyor. Şaşırıyoruz. Yanımızda çocuk da yok, başka zaman diyoruz. O zaman size bilmece bir sorayım diyor. Yöreye has bilmecelerden soruyor... Sonra da büyük gelin odasını tanıtıyor.

Resim 11. Mutfağın görünümü. Pencerelerin yukarıda yerleşimine dikkatinizi çekerim.
Şekil 12. Sofa. Rehberin hemen yanında duran sırr-ı ceviz ağacı.
Şekil 13. Büyük gelin odasından görüntü.
Şekil 14. Yatak odasından görüntü.
Sofanın karşısındaki bir alanda Osmanlı’nın meşhur strateji oyunu mangala’nın bir örneğini görüyoruz. Damaya benzeyen ama kuralları farklı olan bir oyun. Kışlık odası ise soguk kış günleri düşünülerek yapılmış nispeten küçük bir oda. Müzede bu odayı gölge oyunu oynatmak için kullanıyorlar şu sıralar. Dileyen ziyaretçiler kostüm giyip fotoğraf çektirebiliyorlar. Ziyaretçiler tarafından oldukça ilgi çektiğini de söyleyebilirim. Zaten burada çalışan ve rehberlik yapan genç arkadaşlar burada kimseyi başıboş bırakmıyorlar. İlgi ve sıcaklık düzeyi gerçekten takdir edilecek seviyede. En üst kat ise sıcak günler için tasarlanmış. Evin hem önünde hem de arkasında pencereler yapılmış. Yazın bazen açık kalan pencerelerden kuşlar da girdiği için buraya “kuşkona” denirmiş. Oda bölmesi olmayan tek çatı kat halinde bulunuyor. Burada ise geleneksel örtülerin dokuma tezgahlarında nasıl yapıldığı ziyaretçilere açıklanıyor (Şekil 15).
Şekil 15. Üst katta el dokuma tezgahı başındaki Beypazarlı hanım.  
Gelelim Hamam Müzesine... Rüstem Paşa yaptırmış. Hani şu Hürrem Sultan’ın Rüstem Paşası. Çok büyük olmayan bir hamamın müze haline dönüştürülmüş hali. Görevli bize Türkiye’deki tek hamam müzesi olduğunu söyledi (Şekil 16 ve 17). İçinde hamama ait bölümler ile, bazı kıyafetlerin sergilendiği alanlar bulunuyor. Yukarıda dikkatimi çeken şalvarlar var. Beypazarında bunlara don deniyor. Don, mon ama 4 metre kumaş gidiyor.
Şekil 16. Hamamın asma katından giriş bölümüne bakış.
Şekil 17. Sergilenen geleneksel hamam kıyafetlere örnek. Sol taraftan uzanan ise oldukça büyük bir donun yarısı.

Bir de Haşlama var. Bu ise genellikle Şam topu veya Hacı topu denen kumaştan imal edilirmiş. Bazen de ipekli kumaşın üstüne salta işi ile işlenen içlik ve don olarak geçiyor. Açıkçası hamam beni çok etkilemedi ama ülkemizdeki tek örneği olması bakımından da bir yeri var diye düşünüyorum.
      Hamamdan çıktığımızda öğlen saati gelmiş ve sokaklarda izdiham var. İyi ki biraz erken gelmişiz diyorum çünkü yürümek bazen zor olabiliyor. Cadde boyunca ilerledikten sonra kasabadan ayrılmadan önce öğlen yemeği için tarihi göveç fırınına gidiyoruz. Belli ki fırın köken olarak mahallenin taş fırını olarak hizmet vermiş ve veriyor. Yani evde hanımların hazırladığı güveçler sabahtan yakılan taş fırının içine konarak akşama kadar burada pişiyormuş. Zaten fırına gittiğimde fırının içinin neredeyse tamamen güveçlerle dolu olduğunu gördüm. Muhtemelen bazıları oradaki mahalle sakinlerine ait güveçlerdi. Ustaya nasıl yaptıklarını sordum. Dana eti kullandıklarını ve öncelikle geceden sabaha kadar ortalama 9 saat kadar eti pişirdiklerini ve sonradan pilavlı, sebzeli göveç yapmak için 1 saat kadar daha ilavelerle pişirdiklerini anlattı (Şekil 18 ve 19). Pişme kalitesi olarak mükemmel ama lezzet ve yağ oranı açısından çok başarılı bulamadım doğrusu. Acaba ben de Vedat Milor gibi yağlı kuzu etleri mi seviyorum diye düşünüp, bunu kuzu etinden de yapıyor musunuz diye sordum. Akşamdan sipariş verirseniz yaparız dediler. Artık bir başka sefer dedik...
Şekil 18. Tarihi Güveç fırınındaki fırının içi. Usta fırın başında harıl harıl çalışıyor ve öğlen gelecek müşterilere hazırlıklara devam ediyor. Fırının içi tıka basa güveç ile dolu. Fırın ağzının hemen sağında gördüğünüz aluminyum kapak fırının içini aydınlatmak için girişe yerleştirilmiş bir lamba.
Şekil 19. Sebzeli güveç.