Yusufeli
Haziran 2014’de doğu Karadeniz’deki
yoğun sisli ve yağışlı hava koşulları sebebiyle yarıda bırakmak durumunda
kaldığımız gezimizi, temmuz ayının üçüncü haftasında tekrar yapmaya karar
vermiştik. Bu geçen kısa süre içinde Ramazan ayına girilmişti ve bu durum gezimizde
önemli bir detay oluşturuyordu. Zira, Karadeniz bölgesinde, örneğin orta
bölümünden Ordu’da, Ramazan ayında gündüz vakti yemek yiyebileceğiniz tesis sayısında
belirgin bir azalma göreceğiniz kesindir.
Doğu Karadeniz’e gidildikçe akşam meşhur bir restorantta veya pidecide rezervasyon yaptırmadıysanız, yer bulabilme ihtimaliniz tahmin edebileceğinizden çok düşüktür. Ben Ramazan ayında orada daha önce konaklamadığımdan, bu gerçeği doğu Karadeniz’de bizzat tecrübe etmemiştim, ama daha muhafazakar olan Trabzon ve özellikle de Rize’de bazı sıkıntılar yaşayabileceğimizi düşünüyordum. Sıkıntı dediğim, bu geziyi kapsayan yazı serisinde sizlerle ne zamandır paylaşmak istediğim Karadeniz’in doğusunda Ramazan ayında gündüz kapalı olan ve sadece iftar vakti açılan bazı meşhur lokanta ve pideciler. Gezimiz sırasında bu tesislerde yer bulabilme ihtimalimiz bu koşullardan dolayı düşüktü, hem de çok. Yemek kısmı gerçekten kısmete kalmıştı artık, yapacak birşey yoktu. Bu gezi zaten daha ziyade görsellik öncelikli bir gezi olarak planlanmıştı ve ümitlerimiz buna yönelikti.
Doğu Karadeniz’e gidildikçe akşam meşhur bir restorantta veya pidecide rezervasyon yaptırmadıysanız, yer bulabilme ihtimaliniz tahmin edebileceğinizden çok düşüktür. Ben Ramazan ayında orada daha önce konaklamadığımdan, bu gerçeği doğu Karadeniz’de bizzat tecrübe etmemiştim, ama daha muhafazakar olan Trabzon ve özellikle de Rize’de bazı sıkıntılar yaşayabileceğimizi düşünüyordum. Sıkıntı dediğim, bu geziyi kapsayan yazı serisinde sizlerle ne zamandır paylaşmak istediğim Karadeniz’in doğusunda Ramazan ayında gündüz kapalı olan ve sadece iftar vakti açılan bazı meşhur lokanta ve pideciler. Gezimiz sırasında bu tesislerde yer bulabilme ihtimalimiz bu koşullardan dolayı düşüktü, hem de çok. Yemek kısmı gerçekten kısmete kalmıştı artık, yapacak birşey yoktu. Bu gezi zaten daha ziyade görsellik öncelikli bir gezi olarak planlanmıştı ve ümitlerimiz buna yönelikti.
Seyahatimizle ilgili olarak aslında beklentilerimden biraz uzaklaşmış
durumdayım, çünkü bu iş ilk başladığında, kendimi haziran ayında, Kaçkarlardaki
karlı dağları, eteklerindeki “bahar” çiçekleriyle birlikte fotoğraflarını çekerken
düşlüyordum. Ne romantik bir hayaldi ama... bir bilsen dostum. Sanki The Secret Life of Walter Mitty den bir
sahneydi. İçimden bir ses henüz hiç görmemiş olsam da bu hayallerimin
gerçekleşmesinin temmuz ayının üçüncü haftasında mümkün olamayacağını söylüyordu.
Instagram’da takip etmekte olduğum İzlandalıların kendi ülkelerinden çektikleri
fotoğraflarıyla iklim kıyaslaması yapıyor, Kaçkarlarda ve diğer yaylalarda karşılaşabileceğim
muhtemel bitki örtüsündeki çiçek yoğunluğu hakkında bir tahmin yapmaya
çalışıyordum... Kısacık bahar-yaz dönemi geçiren İzlanda’da bile artık bahar
gelmiş, çiçekler açmış, bazı dağlardaki ve tepelerdeki karlar tamamen erimiş, muhteşem
şelaleleri bu eriyen kar sularıyla çoşmuştu. İstediğim tam olmayacaktı ama yine
de gideceğim diyordum.
Ordu’ya varıp Bora’yı aldım. Yola
başlarken durumumuz aynen şöyleydi: Bir telaşımız yok, çünkü bayrama kadar 7-8
gün gibi bir zamanımız var ve Artvin-Rize bölgesini etkin bir şekilde gezmek
için hazırlıklarımızı yapmışız. Ama hangi konudaki hazırlık? Gideceğimiz yerler
belli, liste kalabalık. Başka? Bir-iki yerdeki olası konaklayacağımız tesis. O
kadar... Peki neden bu kadarcık? Yükseklerde sürekli ve hızlı değişen hava
koşulları sebebiyle nereye ne zaman gideceğimiz belli değil. İstediğimiz tek
şey iyi görsellik için iyi hava koşulları. Tüm lükslerden vazgeçebiliriz, hiç
önemli değil. Biz zaten öyle kalender meşrebiz ki 5 yıldızlı otellerde değil, “milyon
yıldızlı” otellerde kalmak istiyoruz. Heeyyyt! Geceleri sayamadığımız kadar,
milyonlarca yıldızın ve samanyolunun ışıkları altında oturmak, hatta uyumak
istiyoruz. Heyecandan çoşmuş bu gönülle oralara bir an önce varıp, hasret
kaldığımız dağların, yaylaların çelik gibi havasını ciğerlerimizin taaa dibine
kadar çekmek, o ana kadar pet şişe sularının etiketlerinde gördüğümüz “dağlardan
kaynaklanan doğal su”yu toprak veya taştaki kaynağından, evet doğrudan, tırnaklarımızdan
sızana kadar kadar kana kana içmek, gerekirse çamurda çocuklar gibi bata-çıka
yuvarlanmak, kirlenmekten çekinmemek, dağın eteklerindeki ve yaylalardaki
çiçeklerle birbirimize iki sevgili gibi bakışmak, koklaşmak, sevişmek istiyoruz...
Sen benim gibi orta yaşta isen, çocuğun (eğer varsa) “pet şişe dönemi” çocuğu
olarak dünyaya geldi veya gelecek. O filanca dağdan gelip, “musluktan” suyun
-klorlanmış da olsa- içilebildiği dönemi bilmiyor. Sen ucundan tutmuş
olabilirsin. Ona göre çoook şanslısın dostum. Oradaki çiçeği gördüğünde sevmek istemezsen
şaşırım sana. Hatta kendini sevgilisinin espirisi karşısında gülerken burnundan
sümükleri çıkıp-giren erkek çocuk gibi hissedip, utanacağından öylesine eminim
ki. O bakımdan, önce yap ve gör. Görenle, görmeyen bir olur mu?
Dönelim konumuza. Yukarı Kavrun yaylasını telefonla arıyoruz. Hava kapalı,
sisli ve yağmurlu diyorlar. Bir kez de farklı bir şey de yahu! Duymak
isteyebileceğim en son şey bu. Acil eylem planı hemen devreye giriyor. Önce
Artvin’e gidelim, birkaç gün o bölgede dolaştıktan sonra Rize’ye geçeriz
diyoruz. Alo Artvin: Artvin’den çelişkili haberler geliyor. Kimi hava sisli
yağmurlu diyor, kimi yağmurlu diyor, kimi de yağdı ama açtı diyor. İyi de
doğu’ya yaklaşırken bir karar vermemiz lazım bizim. Nereye gideceğiz?
Yazılarımdan anlamışsınızdır seyahat ederken yanımda Bora varsa önce ona
sorarım. Soruyorum. O da karasız. Biliyor endişemi ve bana “yaylada sisli
yağmurlu hava var” dendiğinde benim yelkenlerin aniden nasıl indiğini defalarca
görmüş, ne desin? Rize’ye yaklaşıyoruz. Bora oruçlu olduğundan acilen bir
restorant bulmamız gerekiyor. Yemeğimizi yerken acaba diyoruz geceyi Rize ve Artvin’e
yakın Pazar ilçesinde mi geçirsek sabah karar versek diyoruz ama sonra Bora
Artvin’deki bir arkadaşını arıyor. Geçtiğimiz her yerde yağmur yağmış. Acaba
yine aynı problemi mi yaşayacağız? Bizim yapmak istediğimiz gezi formatının
kuralını biz koyamıyoruz, görüyorsun, sorun orada. Gideceğimiz yer, yılda 350
güneşli günün olduğu Sydney değil dostum. Biz de Karadenizdeki bu sık sık
değişen hava koşulları sebebiyle tecrübeliyiz, dağ, tepe, yağmur, sis, kar,
buz, çamur her tip hava ve zemin koşulunda yayla yollarını gezmişiz, hem de ne
gezme biliyor musun? 1.5 senede 50.000 km’den fazla. O bakımdan her ne kadar
tedirginlik yaşasak da konaklama yerleri ile ilgili sıkı bir plan ve
rezervasyonlar yapmadan yola çıktık. Bir de yanımda Bora olduğu için içimde bir
ferahlık vardı doğrusu. Tanrı bana tam bir yol arkadaşı ihsan etmişti,
gerçekten güvenebileceğin ve mutlu etmek için seni hiç yormayan, uyumlu, hemen
etkin çözüm üreten duru bir insan... Öğreniyoruz ki Artvin’in farklı bölgelerinde
hava “hep” çok değişken olurmuş ve meteorolojinin belirttiği hava koşulları
genellikle televizyonda yayınlamlanmasından üç gün sonra olurmuş. Yani üç
günümüz kesin cepte miydi? Öyleyse bir gün Yusufeli, bir gün Şavşat, şanslıysak
bir gün de Macahel (Camili) tarafına gidebilirdik. Bora’nın Artvin’deki
arkadaşı bize Çoruh üniversitesinin konuk evinde hemen yer ayarlıyor. Tüm seyahatimize
geriye dönüp bakınca diyebilirim ki listemizdeki yerlere gitme sıramız tek
kelimeyle yanlışsız doğru kararlardı, bu kadar olabilirdi. Biz, bizi rüzgarın
yelkenliyli hareket ettirmesi gibi hava koşullarının yönlendirmesini istedik,
öyle de oldu.
Sonuç olarak Artvin’e yöneliyoruz. Artvin merkezi diğer tüm Karadeniz
şehirlerinden farklı olarak sahil kenarında bulunmuyor. Sahilde bulunan ve Gürcistan
sınırına komşu Hopa’dan içeri sanıyorum 70 km civarında gitmeniz gerek. Bu yol
rakımın giderek arttığı ve pek virajlı yollardan geçerek katetmeniz gereken bir
70 km. Yani yarım saat, 45 dakikada varamazsınız. Artvin’e vardığımızda gece 11
civarındaydı. Yağmur yağmıştı. Hemen şehirin girişindeki üniversitenin konuk evine
girdik. Biraz oturduktan sonra odamıza geçip uyuduk. Acaba yarın hava nasıl
olacaktı? Öyle ya taş çatlasa üç günümüz var.
Sabah zıpkın gibi kalktım. Doğruca odanın balkonuna çıkıp dışarı baktım.
Bir dağın sırtına kurulmuş Artvin’e aşağıdan yukarı doğru bakıyordum. Parçalı
bulutlu bir hava vardı. Bulutlar sanki ava çıkan balıkçı tekneleri gibi pek bir
aceleci görünüyorlardı. Gerçekten Artvin’de hava hareketleri böyleydi demek.
Hemen üstümüzü giyinip dışarı çıktık. İlk yapacağımız şey şehirin hemen arkasındaki
Kafkasor Yaylasına gitmekti. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Artvin merkezi
değil ama çevresinde gezilecek doğa harikası birçok yer var. Buraya en az 4-5
gün ayırmak gerekiyor. Çok güzel yaylaları, gölleri, dağları (evet çoğul) hatta
kanyonu olan doğa harikası bir şehir. Listemizde birçok yer var, çok ayırmak
istemiyorum ama birkaç tanesine bir öncelik vermek ve hazır hava bozmamışken
onlara gitmek istiyorum.
Arabaya atlıyoruz. Misafirhaneden hemen çıkıp, doğruca kıvrılan yollardan
şehirin tepesine doğru çıkıyoruz (Şekil 1). Artvin merkez oldukça küçük
sayılabilecek bir alana, bir
Şekil 1. Artvin’e yukarıdan bir bakış. |
dağın eteğinde
Çoruh nehrinin hemen kıyısından başlayacak şekilde kurulmuş. İşte bu dik
diyebileceğimiz yamaçta kurulan şehirde düz bir yer bulmak neredeyse imkansız.
Yolda yürüyorsanız ya yukarı ya da aşağıya yürümeniz gerekiyor. Artvinliyseniz
bu zaten sizin için alışıldık bir durum ama bizim gibi yabancılara çok garip
geliyor. Benim yaşıyacağım yer değil diyorsun. Bir de gözün çok uzaklarda
kalmış olan denizi arıyor. Neden şehir merkezi bu kadar içeride diye sormaktan
kendini alamıyorsun. Yolumuza devam ediyoruz. Önce Artvin’in “mesire alan”ı
diyebileceğim Kafkasör yaylasına gideceğiz. Neden mesire alanı diyorum?
Artvin’de yıllarca yaşamış ve Ordu’dan komşumuz Dr. Rasim Tunca Artvinlilerin
buraya sık sık bu amaçla geldiğini söylemişti ve gerçekten de öyle. Yaylaya
giden yol çok geniş değil ama yeni asfalt yapılmış (Şekil 2).
Şekil 2. Şehir merkezinden Kafkasor yaylasına giderken. |
Karadeniz’in sanıyorum tüm
yaylalarında olduğu gibi Kafkasor yaylasında da şenlikler yapılıyor. Burası
boğa güreşleriyle meşhur bir yayla. Bu sene haziran ayının son haftasında bu
şenlikler yapıldı. Hava muhalefeti olmasa görecektik ama kısmet değilmiş. Şehir
merkezinden ortalama 10-15 dakika uzaklaştıktan sonra geliyoruz Kafkasor
yaylasının kapısına (Şekil 3). Şimdi diyebilirsiniz ki yaylanın kapısı mı olur?
Burada böyle. Çam ağaçlarıyla çevrili bir alanda ilerliyoruz (Şekil 4). Sabah
erken saat olduğundan mıdır, Ramazan olduğundan mıdır bilinmez pek kalabalık
değil. Sağ tarafta okla “Arena” yazılı bir tabela var. Hemen ilerliyoruz. Sol
tarafımızda derme çatma baraka gibi yapıların olduğu bir yamaç var. Sağda ise
herhalde bir futbol sahasından küçük olan arena bölümü. Ben boğaların giriş
yaptığı arka kapıdan bir fotoğraf çekmek için ilerliyorum (Şekil 5). Bu alanda
şenlik zamanında taş atsan yere düşmezmiş. İnanılmaz bir kalabalık olduğu
söyleniliyordu. Ancak bir problem var. Bora’yla kendimize soruyoruz iyi de
yayla nerede? Bakıyoruz, yolun ilerisinde devremülk evleri dedikleri yere kadar
gidiyoruz ve bir türlü bir yayla ile karşılaşmıyoruz. O zaman anlıyoruz ki bu
arena bölgesinin olduğu nispeten düz olan küçük alandan dolayı yayla denmiş.
Bana zaten orada Artvinlilerin yaptıkları tariften böyle bir yerle
karşılaşacağımızı tahmin etmiştim. Bizim yayla anlayışımıza
Şekil 3. Kafkasor yaylasına giriş |
Şekil 4. Kafkasör yaylası tesis kapısından girildikten ve ortalama 100 m ilerledikten sonra geride bıraktığınız manzara. |
Şekil 5. Arenanın bir bölümünün görüntüsü. |
Uygun bir yer gerçekten
değildi. Burası bir mesire yeriydi. Kısa bir süre kaldıktan sonra yayladan
ayrılarak tekrar Artvin’e doğru gittik. Hava biraz açmıştı ve daha güneşliydi.
Sokaklarda dolaşan çok sayıda insan göremiyorduk ama şehir planlamacılığının
düzensizliği dikkat çekiciydi. Genel olarak Borçka’dan daha iyi görünümdeydi ama
göz okşamadığı kesindi. İki heykel
dışında çok dikkatimizi çeken heykel de görmedik (Şekil 6 ve 7). Ancak,
Karadeniz sahil ve iç kesiminde estetik yapılaşma beklentimin olması için artık
sebep kalmamıştı. Nereye gitsek benzer görüntülerle karşılaştık.
Şehir merkezinden aşağıya inip Çoruh
nehrini geçiyoruz. Hemen ileride karayolu ikiye ayrılıyor. Soldan giderseniz
Şavşat, sağdan giderseniz Yusufeli’ne doğru gidiyorsunuz. Biz hazır hava
açmışken Yusufeli’ne doğru gidelim istiyoruz. Yusufeli bölgesinde Altıparmak
dağları ve o bölgede tırmanarak görebileceğiniz buzul gölleri var. Yetmez biliyorum
ama hava koşullarından dolayı bir gün ayırabiliriz. Aslında haritada bakarsanız
Artvin’in batısında kalan bu bölge tam da Kaçkarların arkasında yer alıyor. Bu
seyahati ilk planladığımızda ben –tabi hava koşulları mümkün olsa- öncelikle
doğrudan yukarı Kavrun ve Kaçkarlara çıkmayı ve “Kaçkarların arkasından
dolanarak” Yusufeli’ne geçmeyi planlamıştım. Ancak bana hep öyle bir yolun
Şekil 6. Şehirin dışında Kafkasor yaylasına gidiş yolundan bakışla görünen haşmetli Atatürk heykeli Artvin’in yan tepesinin yamacında bulunuyor. |
Şekil 7. Şehir merkezinde karşılaştığımız bir heykel. |
olmadığı
söylenmişti. Oysa varmış. Bunu bu yazıda değil ama bu konuya ait yazı serisinde
göreceksiniz.
Yusufeli’ne doğru ilerliyoruz. Hava iyice açıyor, güneş tepemizde pırıl
pırıl ve dolayısıyla keyfimize diyecek yok. Biliyoruz ki hemen yanımızdaki
Rize’de şakır şakır yağmur yağıyor. Oh iyi ki buradan başladık diyoruz.
Artvin’in merkezinden Yusufeli’ne uzaklık 80 km. Ancak bu mesafeyi bir saatte
biraz zor alırsınız, çünkü Yusufeli’ne varmak için oldukça uzun bir mesafe
Çoruh nehri boyunca bol virajlı yollardan geçerek ulaşmanız gerekiyor (Şekil 8).
Bizim orada bulunduğumuz sırada yol boyunca çok fazla tünel çalışması vardı.
Şekil 8. Yusufeli’ne giderken yol boyunca Çoruh nehri
manzarası.
|
Uzunca bir süre Çoruh nehri sol tarafımızda kalacak şekilde ilerledikten sonra bir köprüyle karşıya geçtik, Erzurum ve Yusufeli yol ayrımı (sola dönüş) ile karşılaştık. Bundan sonra o ana kadar görmüş olduğumuz şekilde geniş nispeten durgun bir gölet suyu yerine, nehir şeklinde bazen sağ bazende solumuzda akan bir nehir bize eşlik edecekti. Yol nispeten daha mütevazi bir asfalta dönüşmeye başlamış ve yolun genişliği azalmaya başlamıştı.
Burada nehir boyunca küçük yerleşim
alanları ve evlerin hemen yakınındaki nispeten düz alanlarda tarım yapıldığını
görüyorduk (Şekil 9). Bu evlerin bazılarında de sanıyorum ki kış aylarında da
yaşayanlar vardı. Yine de kışın bu vadinin en az 5 m karla dolduğu zaman
yaşayanların karşılaşabileceği güçlükleri düşünüyorum. Burada yaşam bazı
konularda daha
Şekil 9. Nehir boyunca karşılaştığımız küçük yerleşimlerden bir tanesi. |
zordu, belli ki.
Evlerin arasında betonarme olanlar da vardı ama orta Karadenizde görmüş
olduğumuz taş-ahşap veya tam ahşap (kütük) evler de aralarda gözüküyordu.
Elimizden geldiğince hızlı gitmeye çalışıyorduk ama yol giderek sanki daha da
daralıyordu. Bazı yerlerde 1.5 araba genişliğine iniyordu.
Nehir solumuzda kalacak şekilde
ilerlerken karşımıza Yusufeli’ne hoşgeldiniz tabelası çıkıyor (Şekil 10).
Tabelanın bakımsız görüntüsü biraz moral bozmuyor değildi. Çevresinin paslı
demirleri geldiğiniz yerde herşey yıkık dökük ve bakımsız olacak, kendinizi
hazırlayın diyordu sanki. Hemen ileride yol kenarında taş-ahşap yapılar
görüyoruz. Taş işçiliği hoşuma gitmiyor değil, biraz moralim düzeliyor (Şekil
11). Taş duvar işçiliğinde özellikle “derz” olayının iptal edildiği duvar her
nedense bana daha özenli bir “gap grading” yapıldığını ve bunu yapan ustanın
daha özenli olduğunu ifade ediyor. Bir estetik anlayışı var diyorsun. Tabi bu
işçilik Vatikan St. Peter Bazilikasındaki Meryem ana İsa heykelindeki taş
işçiliği gibi değil. Biliyorsun ya o ana kadar birçok taş ev görmüşsün, kimisinde
taş boyutları özensiz seçilmiş, kimi zaman evin önündeki ahşap sütunları alttan
destekleyen taşların yükseklikleri farklı ve bunun gibi gözü
Şekil 10. Yusufeli’ne girerken. |
tırmalayan bariz
estetik problemler, burada bir fark var diyorsun. Yusufeli ve Artvin’in diğer
ilçelerinde birçok kilise var. Zamanımızı ayarlayabilme şansımız olsa onların
da bir kısmını gezebilirdik. Bu kiliselerde faaliyet bildiğim kadarıyla yok ve
büyük çoğunluğu turistik bir değer taşıyor.
Bu taş evleri hemen geçince yol sağa
doğru kıvrılıyor ve siz karşınızda ilçe merkezini görüyorsunuz. İlçe merkezinde
betonarme yapılaşmanın hakim. Karadeniz’in en iyi yerinde bile göreceğiniz
çarpık imar planı tabi ki burada da var. Ancak, dikkatimi çeken önemli bir
unsur sokakların çok temiz olmasıydı (Şekil 12). Yusufeli Artvin’in en turistik
yerlerinden biri ama buraya yerli turist pek gelmiyor. Bir yerli turist
görüyorsanız 5 yabancı turist görüyorsunuz. Hatta bazı yerlerde yürüyüş
yaparken sadece yabancılarla karşılaştığınız oluyor. Tabi yabancı turistlerin
bir kısmı masum turistik amaçlar için burada bulunmuyorlar. Altıparmak dağları
ve Kaçkarlar bölgesinde endemik çiçekler var ve bunların hırsızlığını yapan
kişiler kanımca oldukça fazla. Bazen yakalandıklarını duyuyoruz ama o kadar çok
turist var ki... Kim görecek adamı dağ başında tek başına senin bilmediğin ama
onun özel olarak filanca çiçekleri toplamak için
Şekil 11. Yusufeli’nin hemen girişinde bir taş ev. |
Şekil 12. Yusufeli ilçe merkezinden bir görüntü |
geldiğini ve
topladığını? Paranoya değil bu çünkü, bazı turistlerin yüzlerine baktığımda
kimisinde akademisyen bakışı görmedim değil. Rize’de Kaçkarlara çıkarken rehberimiz
bize anlattıklarıyla bunu resmen onaylıyordu. Neler görmüş. Neyse, bu kadar
yabancı turistin olduğu bir yerde hazır hava tam açıkken önceden gitmeyi
planladığımız göllerden biri veya birkaçına nasıl gidebiliriz sorusuna acilen
cevap bulmamız gerekiyor. Yol kenarında durup oturmakta olan birkaç kişiye
soruyorum. Hemen birisi telefonu eline arıyor ve bizi bir kişiye yönlendiriyor.
Bu kişi yolun ilerisinde turizm şirketinde çalışıyor veya sahibi. Hemen
gidiyoruz. O da bana bekleyin filanca gelecek sizinle ilgilenir diyor. Çok
değil 10 dakika sonra bahsettikleri kişi geliyor. Bu işin ticaretini özellikle
yabancı turistlere uzun zamandır yaptıkları çok belli olan bu kişi bir gün
içinde bizim sadece bir göl veya belki 2 tane görebileceğimizi, çünkü Kaçkar
zirve bölgesinde özellikle yoğunlaşmış olan göllere ulaşmak için 8-9 saatlik
tırmanış ve iniş içeren parkurların yapılması gerektiğini söylüyor. Burada kaç
gün kalmayı planlıyorsunuz diye soruyor. Ben en fazla 2 gün diyorum. Yetmez 3-4
gün ayırmanız gerekiyor diyor ve doğru. Üzülüyorum bir taraftan ama bari bir
tanesini görsek şu göllerden diyorum ve kendisinin tavsiyesini rica ediyorum. Yusufeli
Karagöl diyor. Rehber istiyorum. Bizi bir pansiyona yönlendiriyor ve orada size
rehber verecekler diyor. Pansiyona ne kadar bir sürede gidebileceğimizi
soruyorum. Buradan ortalama 30 km ötede ama bir saat kadar zamanınızı alır, yol
çok iyi değil diyor. Tamam diyoruz ama nedense pek huzurlu değiliz. Arabaya
binip hemen yola koyuluyoruz. İlçenin çıkışında bir köprü ve onun ardından da
yol aniden stabilize ve neredeyse “tek şeride” düşüyor. Durup bir fotoğrafını
çekmek istiyoruz (Şekil 13). Arkamızdan cayır cayır bir fren sesi geliyor.
İniyorum. Kırmızı, tamamen tozlu bir şahin otomobil arka tamponumuza 1 cm
uzakta duruyor. İçinde saç sakal dağılmış, belli ki yüzü sert güneşten kırışmış
orta yaşta bir kardeş. Aniden durduğumuzu sert bir şekilde söylüyor. Kendisine özellikle
güler yüzle neden bu kadar hızlı gittiğini soruyorum. Neyse ki bir tartışma
yaşamadan uzaklaşıyor. Sonuç: burada bunun gibi şoförlerle karşılaşacağımız mesajını
almış olarak yolumuz devam ediyoruz. Gerçekten de öyle oluyor.
Bu yol ilçe merkeziyle Yusufeli’nin
köylerini birleştiren ana yol. Ana yol diyorum ama tali yol sanıyorum yok. Tek
yol bu. Dolayısıyla sabah ve akşam saatlerinde bu yol tahmin edilebileceğinden
çok daha işlek. Yol vadi boyunca virajlarda kıvrılarak ilerliyor ve biz hep “aman
karşımız kimse çıkmasın” diyoruz. Yolu bir kısmı sık sık uçurum, diğer dağ
tarafında da yolun bittiği yerde dik bir şekilde kayalıklar çıkıyor. Kaçakcak
yer yok yani. Zaten yol dar ve çok virajlı olduğu için hız yapmıyoruz. Ancak
daha önemlisi biraz önce karşılaştığımız “hızlı kardeşlerden” birisiyle
karşılaşmamak. Karadenizde çok köy, yayla yolu yaptım ama bu yol bir başka. Bazı
virajlar çok keskin ve dar. Hızlı bir karşılaşma kazaya yol açar diye
düşünüyoruz. Burada yaşayanların bu kadar hızlı gitmelerinin bir tek sebebi
var. Artık yolu ezberlemişler ve düşünmeden araba kullanıyorlar.
Bu yolu özellikle uzun yazıyorum,
bilin diye. Yolun bazı yerlerinde dağ tarafında oluşturulmuş cepler var. Bu
cepler şunun için var: Diyelim siz giderken bir minibüsü boşver normal bir arabayla
karşılaştınız. Nasıl yan yana geçeceksiniz? Geçemeyeceksiniz. Peki ne olacak? İkinizden
biri geriye gidip bir cep bulacak. Düşünmesi bile iç daraltıyor. Çünkü bazen bu
şekilde geri gitmeler ciddi trafik sıkışıklıklarına yol açabilir. Hadi şimdi
yazın ortasındayız diyorsun. Yahu kışın ne yapıyorlar diye sormadan
edemiyorsunuz. Bu şekilde gidiyoruz ama yol sanki bitmiyor. Bir iki kez
arabayla karşılaşıyoruz ve neyseki bizim yabancı olduğumuzu anlayıp geri gidip
cebe giriyorlar. Sıkıntı yaşamadan ilerliyoruz. Bazı yerlerde stabilize ama
düzlük alanda yolun genişlediğini görüyoruz ve derken bu dar yolda bir saat
kadar ilerledikten sonra dar vadi içindeki bir kasabadan geçip pansiyonların
olduğu bir yere varıyoruz. Bahsedilen pansiyon
Şekil 13. Yusufeli’nin hemen çıkışındaki köprüyü geçince yolun daralmaya başladığı bölge. |
burada bir yerde
herhalde diyoruz ama yok. İlerliyoruz. Bomboş taşlık yolda yürümekte olan iki
turist görüyoruz. Hiçbir manzarası olmayan bu bölgede amaçları kim bilir nedir
diyorum. Geri dönüyoruz ve telefonla pansiyonu arıyoruz. Barçal kilisesi yoluna
sapın ve ilerleyin diyorlar. Anlıyoruz ki bir sıkıntı var. Sıkıntı şu: Yusufeli’ndeki
arkadaş bizi değil pansiyon sahibini mutlu etmeyi düşünmüş. Moral biraz bozuk
halde geri dönüyoruz. Zaten gözüm seni hiç tutmamıştı diyorum o adama içimden. Bu
pansiyonlar aile işletmeleri. Ortam çok ama çok sakin. Tek duyduğunuz sesli bir
şekilde akan nehir (Şekil 14). Nehir değil sanki şelale gibi ses çıkartıyor. Dediklerine
göre baharın ilk aylarında su o kadar şiddetli akarmış ki dere yatağındaki koca
koca taşları yerinden oynatır ve ortaya çıkan şiddetli kaya sesleri insanları
gece uyutmazmış.
Geri dönüp yol ayırımındaki Ciro şelalesi tablasından saptık. Dar bir yol
ayırımı vardı, tahmin edebileceğiniz gibi. Burada işin rengi değişiyordu. Şelaleye
gidebilmek için bir vadi boyunca tırmanmamız gerekiyordu. Bu tırmanış için kat
ettiğimiz yolun bir kısmı Karadeniz’de kattettiğim 50.000 km den fazla mesafeyi
düşünürsek, sanıyorum en ürpertici stabilize yoldu. Çok dar değildi ama düz
değildi, bazı yerlerde çökmeler vardı ve sürekli giderek yükseldiğiniz için
yanınızda bıraktığınız uçurumun yüksekliği artıyordu. İtiraf ediyorum bazı
yerlerde korkmadım değil. Hatta o sırada arabayı süren Bora’ya iki kez
durmasını rica ettim. Çıkmak bir problem inmek ise başka olabilirdi (Şekil 15).
Çevremiz yol boyunca uzanan mor çiçekler ve nefis bir vadi manzarasıyla
bezenmişti. Doğa gerçekten büyüleyiciydi. Çevrede ise hiçbir araç artık yoktu.
Tırmanmaya devam ettik. Dedik ki nereye kadar sürece bu tırmanış? Git, git
herhalde ulaşacağız bu şelaleye.
Vadide ilerledikçe sanki yol
kenarındaki çiçek popülasyonunda bir patlama yaşanıyordu. Derken bir anda hiç
beklemezken vadinin ilerisinde Altıparmak dağlarını görmeye başladık (Şekil 16).
Artık yola da alışmıştık. Başlangıçtaki kadar bizi ürpertmiyordu. Şelale demek
dağların orada bir yerde diye düşünüp ilerledik, çünkü başka tabela yoktu. Ben
sadece internette şelalenin fotoğrafını görmüştüm. Açıkçası çok da fantastik
bir şelale değildi ama artık yola çıkmıştık. Bize bu satırlara yazacak malzeme
lazımdı. Hiçbir şey yapmasak Altıparmak dağlarına doğru yol bizi nereye
götürüyorsa oraya kadar gidecektik.
Resim 14. Yol boyunca bunun gibi birçok manzara ile karşılaşıyorsunuz. |
Şekil 15. İşte bahsettiğim yolun bir bölümü. Yan taraf dik yamaç ve vadi, yol bir araçtan biraz geniş. |
Manzara tek kelimeyle nefisti. Hemen
ileride yamaçta kurulmuş bir köy vardı (Şekil 17). Hiç gitmemiş olsak da o köy
bizim köyümüzdü. Yolun kenarındaki mor çiçeklerden sarhoş olmuş bir şekilde
köyün hemen arkasından vadinin fotoğrafını çekmek için durduk. Yolun hemen
altında sırtlarında büyük ot öbekleriyle yukarı tırmanan gençler vardı (Şekil
18). Karadeniz’in birçok yerinde olduğu gibi burada da hayvanlara kışlık ot
gerekliydi. Sizin buraları cennetmiş gençler dedim. Öndeki nefes nefese
kalmıştı ama “asıl cennet ileride” dedi.
Şekil 16. Altıparmak dağlarının bir bölümü. |
İşte bunu duyunca dostum sen tıpkı Jim Carrey’nin filmlerindeki gibi bir
sahne yaşıyorsun. Sen duruyorsun ama arka fon geriye gidiyor. Bu öyle bir etki
yaratıyor ki artık kimse seni durduramaz. Bu söz, söz olmaktan çıkıyor bir komut
formatına dönüşerek genetik kodlarına işleniyor. Sen de tamam deyip doğru o
bölgeye ilerliyorsun. İşte o kadar. Yalnız bir dakika... O bir türlü
göremediğimiz Ciro şelalesi neredeydi? Gençlere sordum hemen iki dakika ileride
dediler.
Açık söylemek gerekirse, zaten havalanıp uçmak için fırsat arayan ben,
vadiden Altıparmak dağlarındaki küçücük de kalmış olsa karı görünce nasılsa
Bora’yla o bölgeye gidecektim. Ama şu bir gerçek ki gencin söylediği bu komut heyecanı
pekiştirmişti. Belli ki benim aradığım o vahşi dokunulmamış doğa oradaydı. Bora
arabayı sürerken ben de internete gördüğüm şekilde bir yamaçtan eğrilerek inen
şelaleyi aradım. Ama tarif edilen yerde şelale yoktu (Şekil 19). Muhtemelen
temmuz ayı geldiği için zaten debisi çok yüksek olmayan şelalenin suyu
kalmamıştı. Bunu kuvvetli bir şekilde hissetmiştim. Arabayla çok fazla değil
5-10 dakika ilerledik. Küçük bir beton köprünün üstünden geçtik ki manzara muhteşem
bir hal almaya başladı (Şekil 20). Köprüyü geçtikten hemen sonra yol bu en son
fotoğrafa göre sağ taratan ilerliyordu ama artık o stabilize yol değil ancak
bir 4X4 ün ilerleyebileceği tarzda çok düzensiz ve büyük kayalı bir yol (?)
halini almıştı. Bizim 4X2 biraz ilerleybildi ama dağa kadar gitmesi imkansızdı.
Tabi bir başka soru ise oraya kadar zaten bir yol var mıydı? Ne zamandır
arabadayız. Çıkalım da biraz dağ havası içimize çekelim diyoruz ve bu bahsetmiş
olduğum yolda dağa doğru yürüyoruz. Meğerse sadece kısa bir rampa bölgesi çok
engebeliymiş ve aracımız bu engebeli 30-40 metreyi aşabilse devamı gelebilecek
gibiymiş.
Şekil 19. Yanlış anlamadıysak Ciro şelalesinin yatağı. |
İlerliyoruz ve dağın etekleri artık çıplak bir şekilde görünmeye başlıyor.
Sadece tepesi yamaçlarında da hala biraz kar kalmış. Bora nedense biraz tedirgin
oluyor. Çevremizde orman var. Bu tip durumlarda biraz dikkatli olmak lazım,
çünkü ormanlık arazinin içinden ayı veya domuz çıkabilir. Bunu Pokut yaylası
ile ilgili yazımda detaylandıracağım. Acaba gece burada kalsak mı diye romantik
bir soru soruyorum Bora’ya. Ama adam oruçlu. Diyorum ki sana ikram edebileceğim
sadece yanımda biskuvi, su ve meyva suyu var. Yine de var mısın? Varım diyor
ama her nedense ayı, domuz derken vazgeçip biraz sonra gitmeye karar veriyoruz.
Zan şiddetli bir yağmur gelse onca yolu nasıl geri döneriz o da bir başka konu.
Şekil 20. Beton köprüden geçerken. |
Geri dönerken o gürül gürül akan nehir kenarındaki pansiyonlardan birine
girip konuşuyoruz. Ben Deniz gölüne nasıl gideriz diye soruyorum. Biliyorum
burada çok şey var, zamanımız dar ama etkin kullanabiliriz diye düşünüyorum. Bir
de konuştuğumuz pansiyon sahibi “kimse yapmaz ama ben sizi birisine
yönlendireyim, gece orada konaklayın yarın da sizi Deniz gölüne çıkarsın” dedi.
Tamam dedik. Yol tarifini aldık. Saat zaten öğlenden sonra 4 civarındaydı.
Hızlıca geri dönmeye başladık yolda içinden geçtiğimiz küçük kasabanın içinden
geçerek Deniz gölünü gösteren tabelayı takip ettik. Bir süre gittikten sonra
kaçırmamamız gereken Yaylalar köyü sapağından saparak ilerledik (Şekil 21).
Şekil 21. Yaylalar köyü sapağı. |
O ana kadar nehirin hep solunuzda
kaldığından emin olmanız gerekiyor, yoksa kaybolur bambaşka taraflara giderseniz.
Bu taraflarda işareti olmayan yol ayırımları var.
Zaten en az yarım saattir gitmişiz. Yaylalar köyü 15 km yazıyor. Yani
ortalama yarım saatte gideriz diyoruz. Bora gidiyoruz hocam ama diğeri gibi
hayal kırıklığı olmasın, keşke sorsaydık kalma koşullarını diyor bana bir kaç
kez ama ben uyanmıyorum. İlerlerken son
derece bakir olan yolda karşımızdan yürüyerek gelen bir muhtemel anne, bir
büyükçe kız çocuğu, bir küçük kız bir de herhalde 5 yaşlarında olsa gerek, bir
oğlan görüyoruz. Bora, çocuklara verilmek üzere ağırlıklı olarak ablamın ve
yengemin topladığı kullanılmış ama çok iyi durumda olan ve arka koltuğun neredeyse
tamamını kaplayan kıyafet ve oyuncaklardan bu kişilere verebileceğimizi söyledi.
Durduk, durumu anlatmak istedik. Önce bizden hafifçe çekindiler. Bedelini
sordular. Biz sadece beğenirseniz alın dedik, hem de istediğiniz kadar. Zaten
uyanık oğlan o sırada oyuncak torbasını kapmıştı bile. Sevinip büyük bir
kısmını aldılar. Hatta ben onları nasıl taşıyacaklarını düşündüm ama biz
taşırız dediler. Bu kadar çabuk buharlaşabileceğini tahmin etmemiştim. Uzun
zamandır Karadeniz’de gezerken aklımda olan bir projeydi bu. İnanın oyuncağı ve
doğru dürüst kıyafeti olmayan sayısız çocuk gördüm. Kışın paltosu olmayan ve
ayaklarının belki de içinde çok üşüdüğü ayakkabıları giyen bir sürü çocuk
gördüm. Zaten bunları gördükten sonra böyle bir şey yapmaya karar verdim.
Yaptığımız işin kapsamı şudur: Yaylaları gezerken içinden geçtiğimiz köylerde 5-10
yaşları arasındaki çocuklara sadece kıyafet ve oyuncak vermek. Şimdilik bu
kadar. Belki ileride buna kitap ve başka ihtiyaçları eklemek mümkün olur. Yaş
grubunun bu şekilde sınırlı olmasının sebebi yaş büyüdükçe kıyafetin daha çok
hacim kaplaması ve benim aracın mevcut bagaj kapasitesinin yetersiz olması.
Yolda ilerlerken, yine sol
tarafımızda akan nehirin fotoğrafını tripod kurarak çekmek istiyorum (Şekil 22).
Etrafta insan falan yok. Bomboş bir vadi burası.
Şekil 22. Geride bıraktığımız yol ve solumuzda kalan, hızla akan nehir. |
Yarım saat kadar gittikten sonra
bahsedilen köye varıyoruz. Bir dağın dibine yapılmış, dipdibe ve hiçbir
özelliği olmayan bir pansiyon. Benim yelkenler aniden iniyor. Zaten bir gece
kalmakla bir risk alış durumdayız. Yarın havanın bozacağı belli değil. Ya sis
bassa hiç birşey göremesek ne olacak? İçeriye girip o-pansiyon sahibiyle
görüşüyoruz. O dandik pansiyonda konaklama ve “sadece bir tane göle çıkmak”
için bize öyle bir rakam söylüyorlar ki şaşırıyorum. Gözünün içine baka baka
sen bir enayisin diyor bana. Önerdiği fahiş rehberlik ücretini düşürmeye de
paşanın niyeti yok. Neden mi? Çünkü orada yabancı turist konaklıyor. Sen
umrunda bile değilsin. Varolmasan daha iyi. Sadece seni nasıl kazıklayacağını
düşünüyor veya seni kovmak için böyle bir fiyat söylüyor. Şimdi bunları neden
yazdım? Sen zaten büyükşehirde yaşarken sana senin memleketinde üvey evlat
muamelesi yapan adamdan kaçmışsın. Bazen güneyde bir 5 yıldızlı otele
gidiyorsun, orada 3., 5. sınıf İngiliz, Alman turistlerle, hatta filanca
şirketten üç kuruşa rezervasyon yaptırıp oraya gelen Ruslarla birlikte tatil
yapıyorsun. Ama sen Türksün ya sana hem Türk seyahat acentaları hem de bir
tarafına 5 yıldızı giresice hotel, o kenar mahalleli çingene İngilize söylenen
rakamın birkaç katını söylüyor. Ve bu iş böyle işleyip gidiyor. Dağa da kaçsan
zihniyet aynı yani dostum. Gayet keyifliyken kızıyorum ve oradan öylece ayrılıyoruz.
Saat 18: 00 civarı direksiyona geçip var hızla Yusufeli’nde iftar yapacak yer
bulacağım. Bora biraz şaşırmış halde bana soruyor: Hocam Ayder, Pokut gibi
yerlerde ben otel fiyatlarını sordum, bazıları bundan daha yüksekti. Neden kabul
etmediniz? Ben de dedim ki Boracım, otel var geceliği en fazla 50 TL eder otel
var 500 TL verirsin. Bu öyle değildi. Sadece Deniz gölü’ne çıkarmak için
istediği rebherlik ücreti kişi başı 150 TL’ydi. Sadece bir göl göreceksin bu
arada. Kaçkarlar yazımda yine yazarım: Bizden tüm yukarı Kavrun, Kaçkar zirve
ve Kaçkarlardaki gölleri (sanıyorum 5 tane) göstermek için 100 TL istediler,
ben olmaz deyip fazlasını verdim. Şimdi anladın değil mi? Aklıma bir hadise
geldi. Umarım yanlış hatırlamıyorumdur. Vaktiyle Sakıp Sabancı havalanında
güvenlikten geçiyor. Yanına bir adam yaklaşıp bavulunu taşımayı teklif ediyor.
Kaça? diye soru Sabancı. O zamanın parasıyla 50 TL diyor adam. Çokmuş, ben
taşırım diyor Sabancı. Sen Sabancısın yakışıyor mu sana diyor adam. Doğru
öyleyim ama enayi değilim diyor Sabancı. Hadise para miktarı değil, seni enayi
yerine koyması... Bu göllere yabancıların rehbersiz gitme yöntemleri var.
Böylelikle tanımadığın bir yabancının (Rehber) hızına, kaprisine, ve seni belki
de senin istemediğin bir rotadan yönlendirmesine mahkum kalmazsın. Bunu Kaçkarlar
yazımda yazarım. Geç de olsa öğrendim.
Olabildiğince hızlı dönmeye
çalışıyoruz ama yol da çok. Özellikle Yusufeli’nden çıktıktan sonra bahsetmiş
olduğum o çok dar, virajlı neredeyse tek şerit gibi olan bölgede bir iftar
trafiği var ki sorma. Bir telaş bir telaş. Herkes tozu dumana katmış evine
gitmeye çalışıyor. Karşı taraftan gelen araç sayısında patlama var. Demek ilçe
merkezinde çalışan çok sayıda köylü var. Biz de hızlı gitmek istiyoruz ama bir
iki kez kaza tehlikesi atlatıyoruz. Neyseki iftar olmasına çok az kala Yusufeli’ne
giriyoruz ve hemen birisine güzel bir lokanta soruyoruz. Burası nehir kenarına
kurulu hiçbir lüks görüntüsü olmayan son drece sade görünümlü bir lokanta. İftarlık
Cağ kebabı istiyoruz. Artvin’de Cağ kebabı şehir merkezinde de yapılıyor. Ben 2
sene önce Erzuruma bir Doçentlik sınavına jüri üyesi olarak gitmiştim. Bana en
iyisi burada yenir diye birkaç yerlinin da onayladığı lokantaya gidip cağ kebap
yemiştim. Açık konuşmak gerekirse ne servisi ne de kebabı çok beğenmemiştim. Bir
kez Artvin merkezde bir lokantada cağ kebabı yemiştim. O da pek farklı değildi.
Ama buradaki gerçekten nefisti (Şekil 23).
Şekil 23. Yusufeli’nde yediğimiz cağ kebabı ocaktayken. |
Yemeğimizi yedikten sonra Artvin
merkeze gitmeye karar verdik. Zamanımız dardı. Yusufeli’nde, biraz da acaba
yağmur mu gelecek telaşından olsa gerek, bir gece kalmak riskti. Buzul
göllerine Rize Kaçkarlar tarafından gitmek hem daha mantıklı hem de etkin olacaktı.
Bir günde birçok göl görebilecektik. Buranın coğrafyası itibariyle bir günde 2
den fazla buzul gölü görebilme ihimalin yoktu veya bu işten para kazanmak
isteyenler öyle empoze ediyordu. İnsanların itici tarzına karşın Yusufeli doğasıyla
beni büyüledi. Yusufeli’nden çok şey alamamıştık ve Artvin-Rize bölgesindeki
belkide en sönük geçen parkurumuz oldu diyebilirim. Şu bir gerçek ki Yusufeli Altıparmak
dağıyla, gürül gürül akan nehirleri, çiçekleriyle bambaşka bir yer. Bundan
sonra birkaç gün kalmak üzere Yusufeli’ne gelmeye karar verdim. Ama nasıl bir
farkla? İşte onu da yeri geldiğinde anlatırım.