16 Ekim 2014 Perşembe

Artvin/Yusufeli



Yusufeli
            Haziran 2014’de doğu Karadeniz’deki yoğun sisli ve yağışlı hava koşulları sebebiyle yarıda bırakmak durumunda kaldığımız gezimizi, temmuz ayının üçüncü haftasında tekrar yapmaya karar vermiştik. Bu geçen kısa süre içinde Ramazan ayına girilmişti ve bu durum gezimizde önemli bir detay oluşturuyordu. Zira, Karadeniz bölgesinde, örneğin orta bölümünden Ordu’da, Ramazan ayında gündüz vakti yemek yiyebileceğiniz tesis sayısında belirgin bir azalma göreceğiniz kesindir.
Doğu Karadeniz’e gidildikçe akşam meşhur bir restorantta veya pidecide rezervasyon yaptırmadıysanız, yer bulabilme ihtimaliniz tahmin edebileceğinizden çok düşüktür. Ben Ramazan ayında orada daha önce konaklamadığımdan, bu gerçeği doğu Karadeniz’de bizzat tecrübe etmemiştim, ama daha muhafazakar olan Trabzon ve özellikle de Rize’de bazı sıkıntılar yaşayabileceğimizi düşünüyordum. Sıkıntı dediğim, bu geziyi kapsayan yazı serisinde sizlerle ne zamandır paylaşmak istediğim Karadeniz’in doğusunda Ramazan ayında gündüz kapalı olan ve sadece iftar vakti açılan bazı meşhur lokanta ve pideciler. Gezimiz sırasında bu tesislerde yer bulabilme ihtimalimiz bu koşullardan dolayı düşüktü, hem de çok. Yemek kısmı gerçekten kısmete kalmıştı artık, yapacak birşey yoktu. Bu gezi zaten daha ziyade görsellik öncelikli bir gezi olarak planlanmıştı ve ümitlerimiz buna yönelikti.
Seyahatimizle ilgili olarak aslında beklentilerimden biraz uzaklaşmış durumdayım, çünkü bu iş ilk başladığında, kendimi haziran ayında, Kaçkarlardaki karlı dağları, eteklerindeki “bahar” çiçekleriyle birlikte fotoğraflarını çekerken düşlüyordum. Ne romantik bir hayaldi ama... bir bilsen dostum. Sanki The Secret Life of Walter Mitty den bir sahneydi. İçimden bir ses henüz hiç görmemiş olsam da bu hayallerimin gerçekleşmesinin temmuz ayının üçüncü haftasında mümkün olamayacağını söylüyordu. Instagram’da takip etmekte olduğum İzlandalıların kendi ülkelerinden çektikleri fotoğraflarıyla iklim kıyaslaması yapıyor, Kaçkarlarda ve diğer yaylalarda karşılaşabileceğim muhtemel bitki örtüsündeki çiçek yoğunluğu hakkında bir tahmin yapmaya çalışıyordum... Kısacık bahar-yaz dönemi geçiren İzlanda’da bile artık bahar gelmiş, çiçekler açmış, bazı dağlardaki ve tepelerdeki karlar tamamen erimiş, muhteşem şelaleleri bu eriyen kar sularıyla çoşmuştu. İstediğim tam olmayacaktı ama yine de gideceğim diyordum.
          Ordu’ya varıp Bora’yı aldım. Yola başlarken durumumuz aynen şöyleydi: Bir telaşımız yok, çünkü bayrama kadar 7-8 gün gibi bir zamanımız var ve Artvin-Rize bölgesini etkin bir şekilde gezmek için hazırlıklarımızı yapmışız. Ama hangi konudaki hazırlık? Gideceğimiz yerler belli, liste kalabalık. Başka? Bir-iki yerdeki olası konaklayacağımız tesis. O kadar... Peki neden bu kadarcık? Yükseklerde sürekli ve hızlı değişen hava koşulları sebebiyle nereye ne zaman gideceğimiz belli değil. İstediğimiz tek şey iyi görsellik için iyi hava koşulları. Tüm lükslerden vazgeçebiliriz, hiç önemli değil. Biz zaten öyle kalender meşrebiz ki 5 yıldızlı otellerde değil, “milyon yıldızlı” otellerde kalmak istiyoruz. Heeyyyt! Geceleri sayamadığımız kadar, milyonlarca yıldızın ve samanyolunun ışıkları altında oturmak, hatta uyumak istiyoruz. Heyecandan çoşmuş bu gönülle oralara bir an önce varıp, hasret kaldığımız dağların, yaylaların çelik gibi havasını ciğerlerimizin taaa dibine kadar çekmek, o ana kadar pet şişe sularının etiketlerinde gördüğümüz “dağlardan kaynaklanan doğal su”yu toprak veya taştaki kaynağından, evet doğrudan, tırnaklarımızdan sızana kadar kadar kana kana içmek, gerekirse çamurda çocuklar gibi bata-çıka yuvarlanmak, kirlenmekten çekinmemek, dağın eteklerindeki ve yaylalardaki çiçeklerle birbirimize iki sevgili gibi bakışmak, koklaşmak, sevişmek istiyoruz... Sen benim gibi orta yaşta isen, çocuğun (eğer varsa) “pet şişe dönemi” çocuğu olarak dünyaya geldi veya gelecek. O filanca dağdan gelip, “musluktan” suyun -klorlanmış da olsa- içilebildiği dönemi bilmiyor. Sen ucundan tutmuş olabilirsin. Ona göre çoook şanslısın dostum. Oradaki çiçeği gördüğünde sevmek istemezsen şaşırım sana. Hatta kendini sevgilisinin espirisi karşısında gülerken burnundan sümükleri çıkıp-giren erkek çocuk gibi hissedip, utanacağından öylesine eminim ki. O bakımdan, önce yap ve gör. Görenle, görmeyen bir olur mu?
Dönelim konumuza. Yukarı Kavrun yaylasını telefonla arıyoruz. Hava kapalı, sisli ve yağmurlu diyorlar. Bir kez de farklı bir şey de yahu! Duymak isteyebileceğim en son şey bu. Acil eylem planı hemen devreye giriyor. Önce Artvin’e gidelim, birkaç gün o bölgede dolaştıktan sonra Rize’ye geçeriz diyoruz. Alo Artvin: Artvin’den çelişkili haberler geliyor. Kimi hava sisli yağmurlu diyor, kimi yağmurlu diyor, kimi de yağdı ama açtı diyor. İyi de doğu’ya yaklaşırken bir karar vermemiz lazım bizim. Nereye gideceğiz? Yazılarımdan anlamışsınızdır seyahat ederken yanımda Bora varsa önce ona sorarım. Soruyorum. O da karasız. Biliyor endişemi ve bana “yaylada sisli yağmurlu hava var” dendiğinde benim yelkenlerin aniden nasıl indiğini defalarca görmüş, ne desin? Rize’ye yaklaşıyoruz. Bora oruçlu olduğundan acilen bir restorant bulmamız gerekiyor. Yemeğimizi yerken acaba diyoruz geceyi Rize ve Artvin’e yakın Pazar ilçesinde mi geçirsek sabah karar versek diyoruz ama sonra Bora Artvin’deki bir arkadaşını arıyor. Geçtiğimiz her yerde yağmur yağmış. Acaba yine aynı problemi mi yaşayacağız? Bizim yapmak istediğimiz gezi formatının kuralını biz koyamıyoruz, görüyorsun, sorun orada. Gideceğimiz yer, yılda 350 güneşli günün olduğu Sydney değil dostum. Biz de Karadenizdeki bu sık sık değişen hava koşulları sebebiyle tecrübeliyiz, dağ, tepe, yağmur, sis, kar, buz, çamur her tip hava ve zemin koşulunda yayla yollarını gezmişiz, hem de ne gezme biliyor musun? 1.5 senede 50.000 km’den fazla. O bakımdan her ne kadar tedirginlik yaşasak da konaklama yerleri ile ilgili sıkı bir plan ve rezervasyonlar yapmadan yola çıktık. Bir de yanımda Bora olduğu için içimde bir ferahlık vardı doğrusu. Tanrı bana tam bir yol arkadaşı ihsan etmişti, gerçekten güvenebileceğin ve mutlu etmek için seni hiç yormayan, uyumlu, hemen etkin çözüm üreten duru bir insan... Öğreniyoruz ki Artvin’in farklı bölgelerinde hava “hep” çok değişken olurmuş ve meteorolojinin belirttiği hava koşulları genellikle televizyonda yayınlamlanmasından üç gün sonra olurmuş. Yani üç günümüz kesin cepte miydi? Öyleyse bir gün Yusufeli, bir gün Şavşat, şanslıysak bir gün de Macahel (Camili) tarafına gidebilirdik. Bora’nın Artvin’deki arkadaşı bize Çoruh üniversitesinin konuk evinde hemen yer ayarlıyor. Tüm seyahatimize geriye dönüp bakınca diyebilirim ki listemizdeki yerlere gitme sıramız tek kelimeyle yanlışsız doğru kararlardı, bu kadar olabilirdi. Biz, bizi rüzgarın yelkenliyli hareket ettirmesi gibi hava koşullarının yönlendirmesini istedik, öyle de oldu.
Sonuç olarak Artvin’e yöneliyoruz. Artvin merkezi diğer tüm Karadeniz şehirlerinden farklı olarak sahil kenarında bulunmuyor. Sahilde bulunan ve Gürcistan sınırına komşu Hopa’dan içeri sanıyorum 70 km civarında gitmeniz gerek. Bu yol rakımın giderek arttığı ve pek virajlı yollardan geçerek katetmeniz gereken bir 70 km. Yani yarım saat, 45 dakikada varamazsınız. Artvin’e vardığımızda gece 11 civarındaydı. Yağmur yağmıştı. Hemen şehirin girişindeki üniversitenin konuk evine girdik. Biraz oturduktan sonra odamıza geçip uyuduk. Acaba yarın hava nasıl olacaktı? Öyle ya taş çatlasa üç günümüz var.
Sabah zıpkın gibi kalktım. Doğruca odanın balkonuna çıkıp dışarı baktım. Bir dağın sırtına kurulmuş Artvin’e aşağıdan yukarı doğru bakıyordum. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Bulutlar sanki ava çıkan balıkçı tekneleri gibi pek bir aceleci görünüyorlardı. Gerçekten Artvin’de hava hareketleri böyleydi demek. Hemen üstümüzü giyinip dışarı çıktık. İlk yapacağımız şey şehirin hemen arkasındaki Kafkasor Yaylasına gitmekti. Öncelikle şunu belirtmek isterim. Artvin merkezi değil ama çevresinde gezilecek doğa harikası birçok yer var. Buraya en az 4-5 gün ayırmak gerekiyor. Çok güzel yaylaları, gölleri, dağları (evet çoğul) hatta kanyonu olan doğa harikası bir şehir. Listemizde birçok yer var, çok ayırmak istemiyorum ama birkaç tanesine bir öncelik vermek ve hazır hava bozmamışken onlara gitmek istiyorum.
Arabaya atlıyoruz. Misafirhaneden hemen çıkıp, doğruca kıvrılan yollardan şehirin tepesine doğru çıkıyoruz (Şekil 1). Artvin merkez oldukça küçük sayılabilecek bir alana, bir
Şekil 1. Artvin’e yukarıdan bir bakış.
dağın eteğinde Çoruh nehrinin hemen kıyısından başlayacak şekilde kurulmuş. İşte bu dik diyebileceğimiz yamaçta kurulan şehirde düz bir yer bulmak neredeyse imkansız. Yolda yürüyorsanız ya yukarı ya da aşağıya yürümeniz gerekiyor. Artvinliyseniz bu zaten sizin için alışıldık bir durum ama bizim gibi yabancılara çok garip geliyor. Benim yaşıyacağım yer değil diyorsun. Bir de gözün çok uzaklarda kalmış olan denizi arıyor. Neden şehir merkezi bu kadar içeride diye sormaktan kendini alamıyorsun. Yolumuza devam ediyoruz. Önce Artvin’in “mesire alan”ı diyebileceğim Kafkasör yaylasına gideceğiz. Neden mesire alanı diyorum? Artvin’de yıllarca yaşamış ve Ordu’dan komşumuz Dr. Rasim Tunca Artvinlilerin buraya sık sık bu amaçla geldiğini söylemişti ve gerçekten de öyle. Yaylaya giden yol çok geniş değil ama yeni asfalt yapılmış (Şekil 2).
Şekil 2. Şehir merkezinden Kafkasor yaylasına giderken.
       Karadeniz’in sanıyorum tüm yaylalarında olduğu gibi Kafkasor yaylasında da şenlikler yapılıyor. Burası boğa güreşleriyle meşhur bir yayla. Bu sene haziran ayının son haftasında bu şenlikler yapıldı. Hava muhalefeti olmasa görecektik ama kısmet değilmiş. Şehir merkezinden ortalama 10-15 dakika uzaklaştıktan sonra geliyoruz Kafkasor yaylasının kapısına (Şekil 3). Şimdi diyebilirsiniz ki yaylanın kapısı mı olur? Burada böyle. Çam ağaçlarıyla çevrili bir alanda ilerliyoruz (Şekil 4). Sabah erken saat olduğundan mıdır, Ramazan olduğundan mıdır bilinmez pek kalabalık değil. Sağ tarafta okla “Arena” yazılı bir tabela var. Hemen ilerliyoruz. Sol tarafımızda derme çatma baraka gibi yapıların olduğu bir yamaç var. Sağda ise herhalde bir futbol sahasından küçük olan arena bölümü. Ben boğaların giriş yaptığı arka kapıdan bir fotoğraf çekmek için ilerliyorum (Şekil 5). Bu alanda şenlik zamanında taş atsan yere düşmezmiş. İnanılmaz bir kalabalık olduğu söyleniliyordu. Ancak bir problem var. Bora’yla kendimize soruyoruz iyi de yayla nerede? Bakıyoruz, yolun ilerisinde devremülk evleri dedikleri yere kadar gidiyoruz ve bir türlü bir yayla ile karşılaşmıyoruz. O zaman anlıyoruz ki bu arena bölgesinin olduğu nispeten düz olan küçük alandan dolayı yayla denmiş. Bana zaten orada Artvinlilerin yaptıkları tariften böyle bir yerle karşılaşacağımızı tahmin etmiştim. Bizim yayla anlayışımıza
Şekil 3. Kafkasor yaylasına giriş

Şekil 4. Kafkasör yaylası tesis kapısından girildikten ve ortalama 100 m ilerledikten sonra geride bıraktığınız manzara.
Şekil 5. Arenanın bir bölümünün görüntüsü.
Uygun bir yer gerçekten değildi. Burası bir mesire yeriydi. Kısa bir süre kaldıktan sonra yayladan ayrılarak tekrar Artvin’e doğru gittik. Hava biraz açmıştı ve daha güneşliydi. Sokaklarda dolaşan çok sayıda insan göremiyorduk ama şehir planlamacılığının düzensizliği dikkat çekiciydi. Genel olarak Borçka’dan daha iyi görünümdeydi ama göz okşamadığı kesindi.  İki heykel dışında çok dikkatimizi çeken heykel de görmedik (Şekil 6 ve 7). Ancak, Karadeniz sahil ve iç kesiminde estetik yapılaşma beklentimin olması için artık sebep kalmamıştı. Nereye gitsek benzer görüntülerle karşılaştık.
       Şehir merkezinden aşağıya inip Çoruh nehrini geçiyoruz. Hemen ileride karayolu ikiye ayrılıyor. Soldan giderseniz Şavşat, sağdan giderseniz Yusufeli’ne doğru gidiyorsunuz. Biz hazır hava açmışken Yusufeli’ne doğru gidelim istiyoruz. Yusufeli bölgesinde Altıparmak dağları ve o bölgede tırmanarak görebileceğiniz buzul gölleri var. Yetmez biliyorum ama hava koşullarından dolayı bir gün ayırabiliriz. Aslında haritada bakarsanız Artvin’in batısında kalan bu bölge tam da Kaçkarların arkasında yer alıyor. Bu seyahati ilk planladığımızda ben –tabi hava koşulları mümkün olsa- öncelikle doğrudan yukarı Kavrun ve Kaçkarlara çıkmayı ve “Kaçkarların arkasından dolanarak” Yusufeli’ne geçmeyi planlamıştım. Ancak bana hep öyle bir yolun           
Şekil 6. Şehirin dışında Kafkasor yaylasına gidiş yolundan bakışla görünen haşmetli Atatürk heykeli Artvin’in yan tepesinin yamacında bulunuyor.

Şekil 7. Şehir merkezinde karşılaştığımız bir heykel.
olmadığı söylenmişti. Oysa varmış. Bunu bu yazıda değil ama bu konuya ait yazı serisinde göreceksiniz. 
Yusufeli’ne doğru ilerliyoruz. Hava iyice açıyor, güneş tepemizde pırıl pırıl ve dolayısıyla keyfimize diyecek yok. Biliyoruz ki hemen yanımızdaki Rize’de şakır şakır yağmur yağıyor. Oh iyi ki buradan başladık diyoruz. Artvin’in merkezinden Yusufeli’ne uzaklık 80 km. Ancak bu mesafeyi bir saatte biraz zor alırsınız, çünkü Yusufeli’ne varmak için oldukça uzun bir mesafe Çoruh nehri boyunca bol virajlı yollardan geçerek ulaşmanız gerekiyor (Şekil 8). Bizim orada bulunduğumuz sırada yol boyunca çok fazla tünel çalışması vardı.
 Şekil 8. Yusufeli’ne giderken yol boyunca Çoruh nehri manzarası.

      Uzunca bir süre Çoruh nehri sol tarafımızda kalacak şekilde ilerledikten sonra bir köprüyle karşıya geçtik, Erzurum ve Yusufeli yol ayrımı (sola dönüş) ile karşılaştık. Bundan sonra o ana kadar görmüş olduğumuz şekilde geniş nispeten durgun bir gölet suyu yerine, nehir şeklinde bazen sağ bazende solumuzda akan bir nehir bize eşlik edecekti. Yol nispeten daha mütevazi bir asfalta dönüşmeye başlamış ve yolun genişliği azalmaya başlamıştı.
       Burada nehir boyunca küçük yerleşim alanları ve evlerin hemen yakınındaki nispeten düz alanlarda tarım yapıldığını görüyorduk (Şekil 9). Bu evlerin bazılarında de sanıyorum ki kış aylarında da yaşayanlar vardı. Yine de kışın bu vadinin en az 5 m karla dolduğu zaman yaşayanların karşılaşabileceği güçlükleri düşünüyorum. Burada yaşam bazı konularda daha 
Şekil 9. Nehir boyunca karşılaştığımız küçük yerleşimlerden bir tanesi.
zordu, belli ki. Evlerin arasında betonarme olanlar da vardı ama orta Karadenizde görmüş olduğumuz taş-ahşap veya tam ahşap (kütük) evler de aralarda gözüküyordu. Elimizden geldiğince hızlı gitmeye çalışıyorduk ama yol giderek sanki daha da daralıyordu. Bazı yerlerde 1.5 araba genişliğine iniyordu.
       Nehir solumuzda kalacak şekilde ilerlerken karşımıza Yusufeli’ne hoşgeldiniz tabelası çıkıyor (Şekil 10). Tabelanın bakımsız görüntüsü biraz moral bozmuyor değildi. Çevresinin paslı demirleri geldiğiniz yerde herşey yıkık dökük ve bakımsız olacak, kendinizi hazırlayın diyordu sanki. Hemen ileride yol kenarında taş-ahşap yapılar görüyoruz. Taş işçiliği hoşuma gitmiyor değil, biraz moralim düzeliyor (Şekil 11). Taş duvar işçiliğinde özellikle “derz” olayının iptal edildiği duvar her nedense bana daha özenli bir “gap grading” yapıldığını ve bunu yapan ustanın daha özenli olduğunu ifade ediyor. Bir estetik anlayışı var diyorsun. Tabi bu işçilik Vatikan St. Peter Bazilikasındaki Meryem ana İsa heykelindeki taş işçiliği gibi değil. Biliyorsun ya o ana kadar birçok taş ev görmüşsün, kimisinde taş boyutları özensiz seçilmiş, kimi zaman evin önündeki ahşap sütunları alttan destekleyen taşların yükseklikleri farklı ve bunun gibi gözü  
Şekil 10. Yusufeli’ne girerken.
tırmalayan bariz estetik problemler, burada bir fark var diyorsun. Yusufeli ve Artvin’in diğer ilçelerinde birçok kilise var. Zamanımızı ayarlayabilme şansımız olsa onların da bir kısmını gezebilirdik. Bu kiliselerde faaliyet bildiğim kadarıyla yok ve büyük çoğunluğu turistik bir değer taşıyor.
       Bu taş evleri hemen geçince yol sağa doğru kıvrılıyor ve siz karşınızda ilçe merkezini görüyorsunuz. İlçe merkezinde betonarme yapılaşmanın hakim. Karadeniz’in en iyi yerinde bile göreceğiniz çarpık imar planı tabi ki burada da var. Ancak, dikkatimi çeken önemli bir unsur sokakların çok temiz olmasıydı (Şekil 12). Yusufeli Artvin’in en turistik yerlerinden biri ama buraya yerli turist pek gelmiyor. Bir yerli turist görüyorsanız 5 yabancı turist görüyorsunuz. Hatta bazı yerlerde yürüyüş yaparken sadece yabancılarla karşılaştığınız oluyor. Tabi yabancı turistlerin bir kısmı masum turistik amaçlar için burada bulunmuyorlar. Altıparmak dağları ve Kaçkarlar bölgesinde endemik çiçekler var ve bunların hırsızlığını yapan kişiler kanımca oldukça fazla. Bazen yakalandıklarını duyuyoruz ama o kadar çok turist var ki... Kim görecek adamı dağ başında tek başına senin bilmediğin ama onun özel olarak filanca çiçekleri toplamak için
Şekil 11. Yusufeli’nin hemen girişinde bir taş ev.
Şekil 12. Yusufeli ilçe merkezinden bir görüntü

geldiğini ve topladığını? Paranoya değil bu çünkü, bazı turistlerin yüzlerine baktığımda kimisinde akademisyen bakışı görmedim değil. Rize’de Kaçkarlara çıkarken rehberimiz bize anlattıklarıyla bunu resmen onaylıyordu. Neler görmüş. Neyse, bu kadar yabancı turistin olduğu bir yerde hazır hava tam açıkken önceden gitmeyi planladığımız göllerden biri veya birkaçına nasıl gidebiliriz sorusuna acilen cevap bulmamız gerekiyor. Yol kenarında durup oturmakta olan birkaç kişiye soruyorum. Hemen birisi telefonu eline arıyor ve bizi bir kişiye yönlendiriyor. Bu kişi yolun ilerisinde turizm şirketinde çalışıyor veya sahibi. Hemen gidiyoruz. O da bana bekleyin filanca gelecek sizinle ilgilenir diyor. Çok değil 10 dakika sonra bahsettikleri kişi geliyor. Bu işin ticaretini özellikle yabancı turistlere uzun zamandır yaptıkları çok belli olan bu kişi bir gün içinde bizim sadece bir göl veya belki 2 tane görebileceğimizi, çünkü Kaçkar zirve bölgesinde özellikle yoğunlaşmış olan göllere ulaşmak için 8-9 saatlik tırmanış ve iniş içeren parkurların yapılması gerektiğini söylüyor. Burada kaç gün kalmayı planlıyorsunuz diye soruyor. Ben en fazla 2 gün diyorum. Yetmez 3-4 gün ayırmanız gerekiyor diyor ve doğru. Üzülüyorum bir taraftan ama bari bir tanesini görsek şu göllerden diyorum ve kendisinin tavsiyesini rica ediyorum. Yusufeli Karagöl diyor. Rehber istiyorum. Bizi bir pansiyona yönlendiriyor ve orada size rehber verecekler diyor. Pansiyona ne kadar bir sürede gidebileceğimizi soruyorum. Buradan ortalama 30 km ötede ama bir saat kadar zamanınızı alır, yol çok iyi değil diyor. Tamam diyoruz ama nedense pek huzurlu değiliz. Arabaya binip hemen yola koyuluyoruz. İlçenin çıkışında bir köprü ve onun ardından da yol aniden stabilize ve neredeyse “tek şeride” düşüyor. Durup bir fotoğrafını çekmek istiyoruz (Şekil 13). Arkamızdan cayır cayır bir fren sesi geliyor. İniyorum. Kırmızı, tamamen tozlu bir şahin otomobil arka tamponumuza 1 cm uzakta duruyor. İçinde saç sakal dağılmış, belli ki yüzü sert güneşten kırışmış orta yaşta bir kardeş. Aniden durduğumuzu sert bir şekilde söylüyor. Kendisine özellikle güler yüzle neden bu kadar hızlı gittiğini soruyorum. Neyse ki bir tartışma yaşamadan uzaklaşıyor. Sonuç: burada bunun gibi şoförlerle karşılaşacağımız mesajını almış olarak yolumuz devam ediyoruz. Gerçekten de öyle oluyor.
           Bu yol ilçe merkeziyle Yusufeli’nin köylerini birleştiren ana yol. Ana yol diyorum ama tali yol sanıyorum yok. Tek yol bu. Dolayısıyla sabah ve akşam saatlerinde bu yol tahmin edilebileceğinden çok daha işlek. Yol vadi boyunca virajlarda kıvrılarak ilerliyor ve biz hep “aman karşımız kimse çıkmasın” diyoruz. Yolu bir kısmı sık sık uçurum, diğer dağ tarafında da yolun bittiği yerde dik bir şekilde kayalıklar çıkıyor. Kaçakcak yer yok yani. Zaten yol dar ve çok virajlı olduğu için hız yapmıyoruz. Ancak daha önemlisi biraz önce karşılaştığımız “hızlı kardeşlerden” birisiyle karşılaşmamak. Karadenizde çok köy, yayla yolu yaptım ama bu yol bir başka. Bazı virajlar çok keskin ve dar. Hızlı bir karşılaşma kazaya yol açar diye düşünüyoruz. Burada yaşayanların bu kadar hızlı gitmelerinin bir tek sebebi var. Artık yolu ezberlemişler ve düşünmeden araba kullanıyorlar.
           Bu yolu özellikle uzun yazıyorum, bilin diye. Yolun bazı yerlerinde dağ tarafında oluşturulmuş cepler var. Bu cepler şunun için var: Diyelim siz giderken bir minibüsü boşver normal bir arabayla karşılaştınız. Nasıl yan yana geçeceksiniz? Geçemeyeceksiniz. Peki ne olacak? İkinizden biri geriye gidip bir cep bulacak. Düşünmesi bile iç daraltıyor. Çünkü bazen bu şekilde geri gitmeler ciddi trafik sıkışıklıklarına yol açabilir. Hadi şimdi yazın ortasındayız diyorsun. Yahu kışın ne yapıyorlar diye sormadan edemiyorsunuz. Bu şekilde gidiyoruz ama yol sanki bitmiyor. Bir iki kez arabayla karşılaşıyoruz ve neyseki bizim yabancı olduğumuzu anlayıp geri gidip cebe giriyorlar. Sıkıntı yaşamadan ilerliyoruz. Bazı yerlerde stabilize ama düzlük alanda yolun genişlediğini görüyoruz ve derken bu dar yolda bir saat kadar ilerledikten sonra dar vadi içindeki bir kasabadan geçip pansiyonların olduğu bir yere varıyoruz. Bahsedilen pansiyon
Şekil 13. Yusufeli’nin hemen çıkışındaki köprüyü geçince yolun daralmaya başladığı bölge.

burada bir yerde herhalde diyoruz ama yok. İlerliyoruz. Bomboş taşlık yolda yürümekte olan iki turist görüyoruz. Hiçbir manzarası olmayan bu bölgede amaçları kim bilir nedir diyorum. Geri dönüyoruz ve telefonla pansiyonu arıyoruz. Barçal kilisesi yoluna sapın ve ilerleyin diyorlar. Anlıyoruz ki bir sıkıntı var. Sıkıntı şu: Yusufeli’ndeki arkadaş bizi değil pansiyon sahibini mutlu etmeyi düşünmüş. Moral biraz bozuk halde geri dönüyoruz. Zaten gözüm seni hiç tutmamıştı diyorum o adama içimden. Bu pansiyonlar aile işletmeleri. Ortam çok ama çok sakin. Tek duyduğunuz sesli bir şekilde akan nehir (Şekil 14). Nehir değil sanki şelale gibi ses çıkartıyor. Dediklerine göre baharın ilk aylarında su o kadar şiddetli akarmış ki dere yatağındaki koca koca taşları yerinden oynatır ve ortaya çıkan şiddetli kaya sesleri insanları gece uyutmazmış.
Geri dönüp yol ayırımındaki Ciro şelalesi tablasından saptık. Dar bir yol ayırımı vardı, tahmin edebileceğiniz gibi. Burada işin rengi değişiyordu. Şelaleye gidebilmek için bir vadi boyunca tırmanmamız gerekiyordu. Bu tırmanış için kat ettiğimiz yolun bir kısmı Karadeniz’de kattettiğim 50.000 km den fazla mesafeyi düşünürsek, sanıyorum en ürpertici stabilize yoldu. Çok dar değildi ama düz değildi, bazı yerlerde çökmeler vardı ve sürekli giderek yükseldiğiniz için yanınızda bıraktığınız uçurumun yüksekliği artıyordu. İtiraf ediyorum bazı yerlerde korkmadım değil. Hatta o sırada arabayı süren Bora’ya iki kez durmasını rica ettim. Çıkmak bir problem inmek ise başka olabilirdi (Şekil 15). Çevremiz yol boyunca uzanan mor çiçekler ve nefis bir vadi manzarasıyla bezenmişti. Doğa gerçekten büyüleyiciydi. Çevrede ise hiçbir araç artık yoktu. Tırmanmaya devam ettik. Dedik ki nereye kadar sürece bu tırmanış? Git, git herhalde ulaşacağız bu şelaleye.
        Vadide ilerledikçe sanki yol kenarındaki çiçek popülasyonunda bir patlama yaşanıyordu. Derken bir anda hiç beklemezken vadinin ilerisinde Altıparmak dağlarını görmeye başladık (Şekil 16). Artık yola da alışmıştık. Başlangıçtaki kadar bizi ürpertmiyordu. Şelale demek dağların orada bir yerde diye düşünüp ilerledik, çünkü başka tabela yoktu. Ben sadece internette şelalenin fotoğrafını görmüştüm. Açıkçası çok da fantastik bir şelale değildi ama artık yola çıkmıştık. Bize bu satırlara yazacak malzeme lazımdı. Hiçbir şey yapmasak Altıparmak dağlarına doğru yol bizi nereye götürüyorsa oraya kadar gidecektik.
Resim 14. Yol boyunca bunun gibi birçok manzara ile karşılaşıyorsunuz.
  
 Şekil 15. İşte bahsettiğim yolun bir bölümü. Yan taraf dik yamaç ve vadi, yol bir araçtan biraz geniş.
           Manzara tek kelimeyle nefisti. Hemen ileride yamaçta kurulmuş bir köy vardı (Şekil 17). Hiç gitmemiş olsak da o köy bizim köyümüzdü. Yolun kenarındaki mor çiçeklerden sarhoş olmuş bir şekilde köyün hemen arkasından vadinin fotoğrafını çekmek için durduk. Yolun hemen altında sırtlarında büyük ot öbekleriyle yukarı tırmanan gençler vardı (Şekil 18). Karadeniz’in birçok yerinde olduğu gibi burada da hayvanlara kışlık ot gerekliydi. Sizin buraları cennetmiş gençler dedim. Öndeki nefes nefese kalmıştı ama “asıl cennet ileride” dedi.
Şekil 16. Altıparmak dağlarının bir bölümü.
İşte bunu duyunca dostum sen tıpkı Jim Carrey’nin filmlerindeki gibi bir sahne yaşıyorsun. Sen duruyorsun ama arka fon geriye gidiyor. Bu öyle bir etki yaratıyor ki artık kimse seni durduramaz. Bu söz, söz olmaktan çıkıyor bir komut formatına dönüşerek genetik kodlarına işleniyor. Sen de tamam deyip doğru o bölgeye ilerliyorsun. İşte o kadar. Yalnız bir dakika... O bir türlü göremediğimiz Ciro şelalesi neredeydi? Gençlere sordum hemen iki dakika ileride dediler.   
 
Şekil 17. Karşılaştığımız köy.
 
Şekil 18. Köyün hemen arkasında karşılaştığımız iki genç.
          
Açık söylemek gerekirse, zaten havalanıp uçmak için fırsat arayan ben, vadiden Altıparmak dağlarındaki küçücük de kalmış olsa karı görünce nasılsa Bora’yla o bölgeye gidecektim. Ama şu bir gerçek ki gencin söylediği bu komut heyecanı pekiştirmişti. Belli ki benim aradığım o vahşi dokunulmamış doğa oradaydı. Bora arabayı sürerken ben de internete gördüğüm şekilde bir yamaçtan eğrilerek inen şelaleyi aradım. Ama tarif edilen yerde şelale yoktu (Şekil 19). Muhtemelen temmuz ayı geldiği için zaten debisi çok yüksek olmayan şelalenin suyu kalmamıştı. Bunu kuvvetli bir şekilde hissetmiştim. Arabayla çok fazla değil 5-10 dakika ilerledik. Küçük bir beton köprünün üstünden geçtik ki manzara muhteşem bir hal almaya başladı (Şekil 20). Köprüyü geçtikten hemen sonra yol bu en son fotoğrafa göre sağ taratan ilerliyordu ama artık o stabilize yol değil ancak bir 4X4 ün ilerleyebileceği tarzda çok düzensiz ve büyük kayalı bir yol (?) halini almıştı. Bizim 4X2 biraz ilerleybildi ama dağa kadar gitmesi imkansızdı. Tabi bir başka soru ise oraya kadar zaten bir yol var mıydı? Ne zamandır arabadayız. Çıkalım da biraz dağ havası içimize çekelim diyoruz ve bu bahsetmiş olduğum yolda dağa doğru yürüyoruz. Meğerse sadece kısa bir rampa bölgesi çok engebeliymiş ve aracımız bu engebeli 30-40 metreyi aşabilse devamı gelebilecek gibiymiş.
Şekil 19. Yanlış anlamadıysak Ciro şelalesinin yatağı.

İlerliyoruz ve dağın etekleri artık çıplak bir şekilde görünmeye başlıyor. Sadece tepesi yamaçlarında da hala biraz kar kalmış. Bora nedense biraz tedirgin oluyor. Çevremizde orman var. Bu tip durumlarda biraz dikkatli olmak lazım, çünkü ormanlık arazinin içinden ayı veya domuz çıkabilir. Bunu Pokut yaylası ile ilgili yazımda detaylandıracağım. Acaba gece burada kalsak mı diye romantik bir soru soruyorum Bora’ya. Ama adam oruçlu. Diyorum ki sana ikram edebileceğim sadece yanımda biskuvi, su ve meyva suyu var. Yine de var mısın? Varım diyor ama her nedense ayı, domuz derken vazgeçip biraz sonra gitmeye karar veriyoruz. Zan şiddetli bir yağmur gelse onca yolu nasıl geri döneriz o da bir başka konu.

Şekil 20. Beton köprüden geçerken.
Geri dönerken o gürül gürül akan nehir kenarındaki pansiyonlardan birine girip konuşuyoruz. Ben Deniz gölüne nasıl gideriz diye soruyorum. Biliyorum burada çok şey var, zamanımız dar ama etkin kullanabiliriz diye düşünüyorum. Bir de konuştuğumuz pansiyon sahibi “kimse yapmaz ama ben sizi birisine yönlendireyim, gece orada konaklayın yarın da sizi Deniz gölüne çıkarsın” dedi. Tamam dedik. Yol tarifini aldık. Saat zaten öğlenden sonra 4 civarındaydı. Hızlıca geri dönmeye başladık yolda içinden geçtiğimiz küçük kasabanın içinden geçerek Deniz gölünü gösteren tabelayı takip ettik. Bir süre gittikten sonra kaçırmamamız gereken Yaylalar köyü sapağından saparak ilerledik (Şekil 21).  

Şekil 21. Yaylalar köyü sapağı.
       O ana kadar nehirin hep solunuzda kaldığından emin olmanız gerekiyor, yoksa kaybolur bambaşka taraflara giderseniz. Bu taraflarda işareti olmayan yol ayırımları var.
Zaten en az yarım saattir gitmişiz. Yaylalar köyü 15 km yazıyor. Yani ortalama yarım saatte gideriz diyoruz. Bora gidiyoruz hocam ama diğeri gibi hayal kırıklığı olmasın, keşke sorsaydık kalma koşullarını diyor bana bir kaç kez ama ben uyanmıyorum.  İlerlerken son derece bakir olan yolda karşımızdan yürüyerek gelen bir muhtemel anne, bir büyükçe kız çocuğu, bir küçük kız bir de herhalde 5 yaşlarında olsa gerek, bir oğlan görüyoruz. Bora, çocuklara verilmek üzere ağırlıklı olarak ablamın ve yengemin topladığı kullanılmış ama çok iyi durumda olan ve arka koltuğun neredeyse tamamını kaplayan kıyafet ve oyuncaklardan bu kişilere verebileceğimizi söyledi. Durduk, durumu anlatmak istedik. Önce bizden hafifçe çekindiler. Bedelini sordular. Biz sadece beğenirseniz alın dedik, hem de istediğiniz kadar. Zaten uyanık oğlan o sırada oyuncak torbasını kapmıştı bile. Sevinip büyük bir kısmını aldılar. Hatta ben onları nasıl taşıyacaklarını düşündüm ama biz taşırız dediler. Bu kadar çabuk buharlaşabileceğini tahmin etmemiştim. Uzun zamandır Karadeniz’de gezerken aklımda olan bir projeydi bu. İnanın oyuncağı ve doğru dürüst kıyafeti olmayan sayısız çocuk gördüm. Kışın paltosu olmayan ve ayaklarının belki de içinde çok üşüdüğü ayakkabıları giyen bir sürü çocuk gördüm. Zaten bunları gördükten sonra böyle bir şey yapmaya karar verdim. Yaptığımız işin kapsamı şudur: Yaylaları gezerken içinden geçtiğimiz köylerde 5-10 yaşları arasındaki çocuklara sadece kıyafet ve oyuncak vermek. Şimdilik bu kadar. Belki ileride buna kitap ve başka ihtiyaçları eklemek mümkün olur. Yaş grubunun bu şekilde sınırlı olmasının sebebi yaş büyüdükçe kıyafetin daha çok hacim kaplaması ve benim aracın mevcut bagaj kapasitesinin yetersiz olması.
          Yolda ilerlerken, yine sol tarafımızda akan nehirin fotoğrafını tripod kurarak çekmek istiyorum (Şekil 22). Etrafta insan falan yok. Bomboş bir vadi burası.
Şekil 22. Geride bıraktığımız yol ve solumuzda kalan, hızla akan nehir.
       Yarım saat kadar gittikten sonra bahsedilen köye varıyoruz. Bir dağın dibine yapılmış, dipdibe ve hiçbir özelliği olmayan bir pansiyon. Benim yelkenler aniden iniyor. Zaten bir gece kalmakla bir risk alış durumdayız. Yarın havanın bozacağı belli değil. Ya sis bassa hiç birşey göremesek ne olacak? İçeriye girip o-pansiyon sahibiyle görüşüyoruz. O dandik pansiyonda konaklama ve “sadece bir tane göle çıkmak” için bize öyle bir rakam söylüyorlar ki şaşırıyorum. Gözünün içine baka baka sen bir enayisin diyor bana. Önerdiği fahiş rehberlik ücretini düşürmeye de paşanın niyeti yok. Neden mi? Çünkü orada yabancı turist konaklıyor. Sen umrunda bile değilsin. Varolmasan daha iyi. Sadece seni nasıl kazıklayacağını düşünüyor veya seni kovmak için böyle bir fiyat söylüyor. Şimdi bunları neden yazdım? Sen zaten büyükşehirde yaşarken sana senin memleketinde üvey evlat muamelesi yapan adamdan kaçmışsın. Bazen güneyde bir 5 yıldızlı otele gidiyorsun, orada 3., 5. sınıf İngiliz, Alman turistlerle, hatta filanca şirketten üç kuruşa rezervasyon yaptırıp oraya gelen Ruslarla birlikte tatil yapıyorsun. Ama sen Türksün ya sana hem Türk seyahat acentaları hem de bir tarafına 5 yıldızı giresice hotel, o kenar mahalleli çingene İngilize söylenen rakamın birkaç katını söylüyor. Ve bu iş böyle işleyip gidiyor. Dağa da kaçsan zihniyet aynı yani dostum. Gayet keyifliyken kızıyorum ve oradan öylece ayrılıyoruz. Saat 18: 00 civarı direksiyona geçip var hızla Yusufeli’nde iftar yapacak yer bulacağım. Bora biraz şaşırmış halde bana soruyor: Hocam Ayder, Pokut gibi yerlerde ben otel fiyatlarını sordum, bazıları bundan daha yüksekti. Neden kabul etmediniz? Ben de dedim ki Boracım, otel var geceliği en fazla 50 TL eder otel var 500 TL verirsin. Bu öyle değildi. Sadece Deniz gölü’ne çıkarmak için istediği rebherlik ücreti kişi başı 150 TL’ydi. Sadece bir göl göreceksin bu arada. Kaçkarlar yazımda yine yazarım: Bizden tüm yukarı Kavrun, Kaçkar zirve ve Kaçkarlardaki gölleri (sanıyorum 5 tane) göstermek için 100 TL istediler, ben olmaz deyip fazlasını verdim. Şimdi anladın değil mi? Aklıma bir hadise geldi. Umarım yanlış hatırlamıyorumdur. Vaktiyle Sakıp Sabancı havalanında güvenlikten geçiyor. Yanına bir adam yaklaşıp bavulunu taşımayı teklif ediyor. Kaça? diye soru Sabancı. O zamanın parasıyla 50 TL diyor adam. Çokmuş, ben taşırım diyor Sabancı. Sen Sabancısın yakışıyor mu sana diyor adam. Doğru öyleyim ama enayi değilim diyor Sabancı. Hadise para miktarı değil, seni enayi yerine koyması... Bu göllere yabancıların rehbersiz gitme yöntemleri var. Böylelikle tanımadığın bir yabancının (Rehber) hızına, kaprisine, ve seni belki de senin istemediğin bir rotadan yönlendirmesine mahkum kalmazsın. Bunu Kaçkarlar yazımda yazarım. Geç de olsa öğrendim.
      Olabildiğince hızlı dönmeye çalışıyoruz ama yol da çok. Özellikle Yusufeli’nden çıktıktan sonra bahsetmiş olduğum o çok dar, virajlı neredeyse tek şerit gibi olan bölgede bir iftar trafiği var ki sorma. Bir telaş bir telaş. Herkes tozu dumana katmış evine gitmeye çalışıyor. Karşı taraftan gelen araç sayısında patlama var. Demek ilçe merkezinde çalışan çok sayıda köylü var. Biz de hızlı gitmek istiyoruz ama bir iki kez kaza tehlikesi atlatıyoruz. Neyseki iftar olmasına çok az kala Yusufeli’ne giriyoruz ve hemen birisine güzel bir lokanta soruyoruz. Burası nehir kenarına kurulu hiçbir lüks görüntüsü olmayan son drece sade görünümlü bir lokanta. İftarlık Cağ kebabı istiyoruz. Artvin’de Cağ kebabı şehir merkezinde de yapılıyor. Ben 2 sene önce Erzuruma bir Doçentlik sınavına jüri üyesi olarak gitmiştim. Bana en iyisi burada yenir diye birkaç yerlinin da onayladığı lokantaya gidip cağ kebap yemiştim. Açık konuşmak gerekirse ne servisi ne de kebabı çok beğenmemiştim. Bir kez Artvin merkezde bir lokantada cağ kebabı yemiştim. O da pek farklı değildi. Ama buradaki gerçekten nefisti (Şekil 23).
Şekil 23. Yusufeli’nde yediğimiz cağ kebabı ocaktayken.
      Yemeğimizi yedikten sonra Artvin merkeze gitmeye karar verdik. Zamanımız dardı. Yusufeli’nde, biraz da acaba yağmur mu gelecek telaşından olsa gerek, bir gece kalmak riskti. Buzul göllerine Rize Kaçkarlar tarafından gitmek hem daha mantıklı hem de etkin olacaktı. Bir günde birçok göl görebilecektik. Buranın coğrafyası itibariyle bir günde 2 den fazla buzul gölü görebilme ihimalin yoktu veya bu işten para kazanmak isteyenler öyle empoze ediyordu. İnsanların itici tarzına karşın Yusufeli doğasıyla beni büyüledi. Yusufeli’nden çok şey alamamıştık ve Artvin-Rize bölgesindeki belkide en sönük geçen parkurumuz oldu diyebilirim. Şu bir gerçek ki Yusufeli Altıparmak dağıyla, gürül gürül akan nehirleri, çiçekleriyle bambaşka bir yer. Bundan sonra birkaç gün kalmak üzere Yusufeli’ne gelmeye karar verdim. Ama nasıl bir farkla? İşte onu da yeri geldiğinde anlatırım.